“Bilelim ki milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar.”
Mustafa Kemal ATATÜRK
“Saygı ile anmak istediğim kişiler, dünya değiştiren düşünceleri yaratanlardır. Çoğunlukla yarı unutulmuşlardır, çünkü toplum: yepyeni düşünceler üretenler yerine, değer yargısında bulunanları yeğler .”
Oliver Wendell Holmes
“Dil, bir milletin en değerli malıdır.”
Hüseyin Nihal Atsız
Her şeyden önce bazı tanımları verip, uzunca da olsa açıklamalara girişmek gerekir.
Milliyetçilik ya da Ulusçuluk (İngilizce: nationalism), kendilerini birleştiren dil, din, tarih ya da kültür bağlarından ötürü millet ya da ulus olarak tanımlanan bir topluluğun siyasal birliği ile egemenliğini savunan siyasal görüş olarak tanımlanabilir.
Milliyetçilik, ulus ülküsüne bağlılığın, evrensel ilkelere bağlılıktan ya da bireyin hak ile özgürlüklerinden daha önemli olduğunu savunur.
“Millet” sözcüğü aslen Arapça olup “din ya da mezhep; bir din ya da mezhebe bağlı olan cemaat” anlamındadır. Osmanlı Türkçesinde 20. yüzyıl başlarına kadar bu anlamda kullanılmıştır. 19. yüzyıl ortalarından sonra aynı sözcük Fransızca/İngilizce nation kavramına karşılık olarak kulanıldı. Moğolca’dan alınan “ulus” sözcüğü, 1932 yılında aynı kavramın Yeni Türkçesi olarak benimsenmiştir.
Latince kökenli olan “nation”, kök anlamına göre “aynı atadan gelenler topluluğu” demektir. Böylece aslında Türkçe kavim ya da aşiret karşılığıdır. Moğolcadaki ulus ise siyasal amaçla bir araya gelmiş olan boylar konfederasyonunu anlatır.
Sözcüğün evriminden kolayca görüleceği gibi, ulusun nesnel temelini tanımlamak son derece güçtür. Bazı uluslar kendini dil ya da din temelinde tanımlarken, diğerleri ortak bir siyasal geçmişi ya da siyasal ülküyü ulusal birliğin temeli olarak onaylamaktadır. İsviçre’de dört ayrı dil konuşulmasına karşın yüzyıllardan beri paylaşılan ortak tarih, güçlü bir ulusal duyguyu ayakta tutabilmiştir. Amerikan ulusu farklı kökenlerden gelen göçmenlerin ortak bir siyasal yapıda bir araya gelmesinden oluşur. Yahudi ulusunun tanımlayıcı ögesi dindir. Yunan ulusçuluğu, dil, din ile köken ortaklığını vurgular. “Ulus” sözcüğü, 1932 yılında aynı kavramın Yeni Türkçesi olarak benimsenmiştir.
Modern milliyetçi düşünce 1789-1799 Fransız Devrimi’nin fikirlerinden doğmuştur. Avrupa tarihindeki ilk milliyetçi hareketlere, Napoleon istilası (1804-1815) altındaki Almanya’da rastlanır. Aynı yıllarda, Rus işgalindeki Polonya’da güçlü bir milliyetçi akım doğdu. 1821′de Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanan Yunanistan, Avrupa’nın milliyetçi çevrelerinde çok heyecanlı destek buldu. 1848′de Avusturya İmparatorluğu’na karşı ayaklanan Macarlar, daha sonra Çekler ile Sırplar, milliyetçilik akımını Orta Avrupa’ya taşıdılar. 1860-1870 yılları arasında gerçekleşen İtalya birliği, devrimci milliyetçiliğin en büyük zaferlerinden biri olarak algılandı. 1870′lerde Rusya’da doğan Pan-Slavizm akımı, yayılmacı milliyetçiliğin ilk örneklerinden biriydi.
Ulusalcılık 19. yüzyıl başlarından başlıyarak Avrupa’da, 20. yüzyılda ise tüm dünyada eğemen siyasal düşünce biçimi olmuştur. Dünya siyasal haritası bu dönemde milliyetçilik ilkelerine göre biçimlendirilmiştir.
Buna karşılık günümüzde ulusalcılığa, Anglosakson kültürüne bağlı toplumlar ile Avrupa Birliği fikrini savunan çevrelerde olumsuz bir anlam yüklenmiştir.
Milliyetçiliğe yol açan en önemli etken, daha önce hükümdar ile sülale tabanında tanımlanan siyasal ilişkinlik duygusunu, hükümdardan bağımsız olarak, “halk” a maletme gereğiydi. Siyasal ilişkinlik ile başeğme, “halk”ın ortak iradesine dayandırılmalıydı. Bu nedenle 19. yüzyılda milliyetçilik, köktenci, devrimci, anti-monarşist, yerleşik düzene zıt bir siyasal düşünce olarak değerlendirildi.
Atatürk’e göre Avrupa uluslar topluluğunun fiziki sınırlar dışında, bu sistemin üstünlüğüne karşı savaşımlar kesinlikle ulusçu nitelikte olmalıydı. Atatürk’ün amacı ulusal, savunulabilir sınırlar içinde, bir Türk ulus-devletini kurmak için Türk milliyetçiliğini öne çıkarmaktı. Atatürk milliyetçiliği din ile ırk ayrımından uzak, ortak yurttaşlık temelindedir. Kemalistlerin anlayışına göre milliyetçilik temelde Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğünü korumak ile ülkenin birliğini tehdit edebilecek ayrılıkçı akımları engellemeyi amaçlıyordu. Recep Peker 1931 yılında bu sorunu şöyle anlatmaktaydı :
“Bizim aramızda yaşayan, politik ve sosyal bağlarla Türk milletine ait olan tüm vatandaşlarımızı biz kendi insanlarımız olarak düşünürüz: aralarında ‘Kürtçülük’, ‘Çerkezlik’ ve hatta ‘Lazlık’ gibi fikirler ve duygular yerleşmiş olsa bile, onlar bize aittir. Mevcut yanlış anlayışlar ancak mutlakiyet yönetimlerinin ve uzun süren tarihsel baskıların ürünüdür ve biz en içten çabalarımızla bunları ortadan kaldırmayı görev sayıyoruz.”
Kemalistler böylece kuramsal düzlemde ırk, din ile etnik köken konularını vurgulamaktan çok, dil ile kültür üzerinde durarak bir ulus tanımı yapmaya çalıştılar. O zamana kadar Türk ulusu içinde sindirilmemiş etnik grupların böylesi bir Türkleştirme politikası ile kaynaşacaklarını umdular. Ulus tanımı yapılırken dil birliği üzerine bu vurgu, daha önceleri Ali Suavi, Şinasi, İsmail Gaspıralı, sonraları Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura, Fuat Köprülü ile Mehmet Emin Yurdakul’ ca ön plana çıkartılmıştı. Bu anlamda tümüyle özgün değildi.
İslam’ı imparatorluğu bir arada tutmanın bir aracı olarak gören Jön Türkler’den farklı olarak Kemalistler laikti. Ancak yine de uygulamada dine belirli oranda önem veriyorlardı. Türkleştirilmiş bir İslam üzerinde durarak, bunun milli Türkiye fikrinin oluşmasında pekiştirici bir etkisi olacağını düşünüyorlardı.
Yine Jön Türkler’in tersine Kemalistler hem Enver Paşa’nın temsil ettiği Turancılık’ın askeri-siyasal sonuçlarını görmüş olduklarından, hem de SSCB ile ilişkilerini bozmak istemediklerinden ırk kavramını kendi ulus tanımlamasında ön plana çıkartmıyorlardı. Ancak dönemin yayın organları gibi ders kitapları da ırk düşüncesi üzerinde duruyordu. Ayrıca Turancılık 1944 yılında yasaklanmıştı.
Atatürkün Bu konudaki düşünceleri şöyleydi :
“Türk milletinin kuruluşunda etkili olduğu görülen tabiî gerçekler şunlardır: a) Siyasî varlıkta birlik. B) Dil birliği. C) Yurt birliği. D) Irk ve menşe birliği. E) Tarihî karabet. F) Ahlâkî karabet.
Türk milletinin teşekkülünde mevcut olan bu şartlar diğer milletlerde hepsi birden yok gibidir. Daha umumî bir tarif yapabilmek için diyelim ki; bir topluma millet diyebilmek için bu şartlar, aynı zamanda bütün olarak veya kısmen, bir arada bulunmak lâzımdır. Bütün milletler tamamen aynı şartlar altında teşekkül etmemiş olduklarına göre Türk milletinde yaptığımız gibi, diğer her millet ayrı olarak mütalâa edilmedikçe, milliyet fikrini umumî ve ilmî olarak tarif etmek güçtür. 1930 (Afet İnan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, S. 371-372)”
Buradan sonra konunun başka bir yönüne bakmaya çalışalım…
Bilindiği gibi, AB ye girecek olan Türkiyeden ulusalcı olmaması, ulusalcılığı terketmesi, “Ulsalcılığa Anglosakson kültürüne bağlı toplumlar ile Avrupa Birliği fikrini savunan çevrelerde olumsuz bir anlam yüklenmesi” nedeniyle üstelenerek isteniyor.
İyi de, bunu üsteleyerek isteyenlerin önce dönüp bir de kendilerine bakmaları gerekmez mi?!..
Son günlerde Fransayı Eurvsion’ da temsil edecek olan sanatçı Sebastien Tellier’in İngilizce sözler içeren bir şarkı söyleyecek olması bütün Fransayı ayağa kaldırdı. Dil ile ekin (culture) konusunda çok tutucu olan Fransızlar Sebastien Tellier’e ateş püskürüyorlar. Fransızlar “Fransızlığın aşağılandığı” gibi bir düşünceye kapılmışlar.
Buna benzeyerek Fransanın eski Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Bürükseldeki Avrupa Birliği toplantısında Fransız iş adamı Earnest-Antoine Seillere’ in İngilizce soru sorması üzerine sinirlenip toplantıyı terketmişti.
Fransaya gidenler bilir, onların anladığı bir dille, söz gelimi İngilizce ile bir soru sorduğunuzda Fransızca yanıt alırsınız!… Sizi Fransızca öğrenip bu dille konuşmaya zorlamak isterler.
Buradan Almanyaya geçelim. Almanlar dil konusunda o kadar tutucudurlar ki, uluslararası dil haline gelmiş televizyon, telefon gibi sözcüklerin Almanca karşılıklarını bularak, bunları kullanmaya kendilerini zorunlu tutarlar.
İngiltere, İtalya, Polonya, İspanya, Yunanistan’ a geçerek bu örneklerin çoğaldığını görebilirsiniz.
Bunlar koyu ulusalcılık (ya da milliyetçlik) değil de nedir?!… Ama bize sorarsanız bunları yanlış davranışlar olarak da nitelemiyoruz. Her ulusun bunu uygulama hakkı olmalıdır.
Ne var ki, Türkiyenin ulusalcılığı terketmesini istemek, çifte ölçün (standart) uygulamak anlamını taşımıyor mu?.. Bu davranış biçimi kendilerinin akıllı, hakkaniyet sahibi oldukları savında bulunanlar için ayıp olmuyor mu?.. Elbette oluyor. Ama bunları yapanlar karşılarındakini küçük görme özrünü taşımaktalar. Akıl konusunda da onlardan üstünü yoktur!.. Bazı Üniversitelerin araştırma sonucu Türklerin zeka düzeyi ortalaması hakkında vardıkları sonuçlar doğru kabul edilse bile, Türk Ulusunun 70 milyonu içinde zekaları çok gelişmiş büyük bir kitle de vardır. Bu gafiller, o ileri zekalarıyla(!) bir türlü bunu göremiyorlar.
Oysa biraz geriye doğru gidip düşünseler, Çanakkale Zaferinin de, Kurtuluş Savaşının da, Lozan Barış antlaşmasndaki başarının da, bunlardan sonra gelen devrimlerdeki başarının da Türklerden hiç ummadıkları bu zekalarca kazanıldığını görüp, kendilerine belki “çekidüzen” verebilecekler. Ama bunu, iki nedenden ötürü, bir türlü yapamazlar :
1 – “Hafıza-i Beşer nisyanla malul olduğu” (insan belleğinin unutma gibi bir hastalığının olduğu) için;
2 -Topyekun benmerkezlilik (omnipotence) gibi bir zihin hastalığıyla “malul” oldukları için.
Tuttukları doğrultuda yolları açık olsun!..