O güne kadar, her merkezde olduğu gibi, kalb-akciğer makinasını doldurmak için ameliyatta kullanılacak kanı elde etmek gayesiyle, ameliyatın yapılacağı gün 5 – 6 kan donörü hastaneye çağırılıyor, bünlardan heparinli olarak kan alınıp ameliyata başlanıyordu. 1963 yılı sonlarına doğru Sağlık Bakanlığı bir karar aldı. Sağlığı korumak amacıyla bundan sonra bir kez kan veren kişi ikinci kez ancak üç ay sonra kan verebilecekti. Bizim beraber çalıştığımız kan donörleri profesyonel kişilerdi, demek ki bir bakıma geçimlerini bu yolla sağlıyorlardı. O yüzden üç aydan daha kısa zamanda da kan verebiliyorlardı. Bu karar yürürlüğe konunca kan bulma kaynaklarımız birden daralıverdi. Bu koşullarda her gün ameliyat yapma olanağımız kalmamıştı. Haftada bir açık-kalb ameliyatı yapabiliyorduk. Kardiyoloji servisi, önünde böyle bir engel olmadığından, peş peşe açık-kalb olgusu bularak bunları hazırlayıp sıraya koyuyordu. Bu sıralama listesi büyümeye başlamıştı.
Bir gün kardiyolog Dr. Ümit Aker “haftada bir yapılan açık-kalb ameliyatıyla ne cerrahi servisi, ne de kardiyoloji sevisi bir yere varamaz. Böyle gıderse kısa bir süre sonra bu işe son vermek durumunda kalacağız” deyiverdi. Durum gerçekten iç açıcı değildi. Konu başımızın üstünde bulunan bir Damocles kılıcı gibi durmaktaydı. Probleme ivedi bir çözüm getirmek zorunluğu vardı. Siyami hoca, haklı olarak sinir içindeydi. Duruma bir çözüm bulunamazsa gerçekten bunca çalışma kaybolup gidecekti. Üstelik te nerdeyse bir hiç yüzünden eriyip gidecektik. Tam bir karabasan.
Bu noktada Dr. Yalçın Güran düşünmeye başladı. Ne yapılabilirdı? Donör sayısı arttırılamadığına göre içerde bir çözüm aramak gerekiyordu. Kullandığımız oksigenator Kay-Cross tipi döner diskli oksigenatordu. Bunun çeşitli boyda olanları vardı bizde. Büyük gövdelerde 25″ lik olanı kullanılıyordu. Makinayı doldurmada kullanılan kanın neredeyse tamamı oksigenatoru doldurmak için harcanırdı. Acaba daha küçük oksigenator büyük gövdeler için kullanılabilirmiydi? Bu nasıl yapılabilirdi? Bunun için bir yol vardı. Kay-Cross oksigenatorunda döner diskler vardır. Kan bu diskler üzerine bulaşarak ince bir film yapar. Oksigenatora verilen oksijen gazı da bunlar üzerinden geçerken kanı arteryelize eder. 25″ lik oksigenatorda 85 – 88 ondüleli disk bulunmaktadır. Eger bu 88 diski daha küçük, örnekse 13″ lik Kay-Cross oksigenatora sığdırmak olanağı varsa problem çözüldü demektir.
Bu olanak varmıydı? Varsa nasıl? Dr. Güran günlerce düşündükten sonra bir deneme yapmaya karar verdi.
Kay-Cross oksigenatorunda disklerin üzerine dizildiği çelik çubuktan yapılmış bir eksen vardır. Bu eksen üzerine diskler aralarına “spacer” denen 4.7 mm lik rondeleler konarak yerleştirilir. Sonra bu düzenek oksigenatorun silindiri içine alinarak, çalışma sırasında, 120 RPM ile döndürülür. Diskler üzerindeki kan filminin duragan durumda yüzeyi 0.84 m2, hareketli durumda 110 m2/dak. olur.
Dr. Güran, bu tip oksigenator üzerinde yapılan kapasite arttırma çalışmalarının başarısız olduğunu biliyordu. Ancak bu çalışmaların hiçbirinde disk araları 4.7 mm den daha aşağı indirilmemışti. Bunun başlıca iki nedeninden biri 120 RPM le döndürme sırasında kanın diskler arasını doldurması sonucu kapasitenin iyice düşmesi, kincisi ise kanın oksigenator içinde köpürmesiydi. Bu sonuncusu olursa arteryel hatta devamlı gaz habbeleri kaçacağından hastada hava ambolisi meydana gelir. Oysa kapasiteyi arttırmak, 88 diski 13″ lik oksigenatora sokmak istiyorsak mutlaka disk aralıklarını küçültmek gerekecektir. Böylece 13″ lik oksigenator 25″ liğin kapasitesine ulaşabilecek, diğer yandan hacımden 1300 cc kadar kazanılacaktır. Acaba disk aralıkları küçültülebilirmiydi? Denemek gerekirdi; Dr. Güran da bunu yaptı.
Önce 0.5 mm kalınlığında ince rondeleler yaptirdı. Bunların 9 tanesini biraraya getirince 4.5 mm aralık elde ediliyordu. Ilk deneyler bu aralıklarla yapıldı. Kan olarak günü geçmiş banka kanları kullanıldı. Ilk denemede hiçbir değişiklik gözlemlenmedi. Sonra ince rondeleler azaltılmaya başlandı. Disk aralığı 2.5 mm ye indiği zaman disk araları kanla doluyor, köpürme başlıyordu. Ama aralık 3 mm olursa bu komplikasyonlar görülmüyordu. Yalnız burada bir ince ayrıntı vardı. O da Kay-Cross oksigenatorunu fabrikanın gösterdiğinden bir parça daha yüksek doldurmak gerekiyordu. İşin can alıcı noktası buydu.
Böylece 88 diski 13″ lik Kay-Cross oksigenatoruna sığdırmayı başarmıştık. Bunun anlamı makinayı doldurmak için 1300 cc daha az kana gereksinme olduğuydu. Demek ki 3 kan vericisine gereksinme kalmıyordu. Her ameliyatta artık 2-3 donörle yetinebilirdik. Nitekim ameliyatlar hızlandı. Kay-Cross oksigenatorunun bir modifikasyonu başarıyla yapılmıştı. Bu çalışma ilerde, 1972 yılında, Dr Güran’ın doçentlik tezinin bir bölümü oldu.
Bu çalışmalar yapılırken hastanedeki bazı arkadaşlar durumu gene alaya almaya başlamışlardı. Devri-daim makinasını bulduğu rivayet edilen John Ahmede benzeterek Dr. Güran’a “hastanemizin John Ahmedi” diyorlardı. Demekki işin nereye doğru gittiğini pek farketmemişlerdi ya da ne olursa olsun aldırdıkları yoktu. Bir de ne ile uğraşıldıgını hiç merak etmemiş, sorgulamamışlardı. Olsun, sonuçta ekipçe bir adım daha atılmıştı ya, bizi bu ilgilendiriyordu, mutluyduk.
Şeytansı ya da çıkarlar doğrultusunda yönlendiren değil de salt matematiksel zekâyı göz önune alırsak ki, insanla hayvanı ayıran sınır çizgisi buradan geçer. Neden? Derseniz; çünkü hayvanlar da kendi çıkarlarını pek güzel bilirler. Yalnız onlarda biriktirme güdüsü yoktur. Olsaydı tilki tavuk milyarderi, koyunlarla sığırlar da ot zengini olurlardı, ama matematik problemi çözemezlerdi. Bu düşuncelerin ışığında gözlemlerime göre, herhagi bir yeni fikir, bir buluş ya da icat karşısında, zeka düzeylerine göre ayrı tepki veren üç grup insan vardır.
Birinci gruptakiler her koşulda karşı çıkıp, dahası alay ederler. Bunların zeka düzeyleri en aşağıdadır. İkinci gruptakiler bir durup “acaba mı?” diye düşünürler, sonra kabul ederler. Üçüncü gruptakiler daha yeni buluşu görür görmez onaylarlar. Bunların zeka düzeyi buluşu yapanınkine çok yakın ya da onunkine eşittir. Başka bir yolla anlatmaya çalışırsak; Bir matematik problemi karşısında birinci gruptakiler çözümü anlattığınız halde hiç anlamazlar, benzeri bir problemi de çözemezler. Ikinci gruptakiler çözümü anlar, sonradan benzer problemi çözerler. Üçüncü gruptakiler daha siz çözümü anlatmaya başlayınca hemen işi kavrarlar, çözümü kendileri yaparlar.
Üzülerek söylemek gerekir ki hastanemizde, toplumun her kesiminde olduğu gibi, birinci gruptan kişiler de bulunmaktaydı. Bakın bu konuda, hep aykırı fikirleri dile getiren Murphy yasaları ne diyor : “Dünyada insan sayısı sürekli artar, ama toplam zekâ niceliği aynı kalır.”
Bütün bunlar doğrudur. Lakin bunları göz önüne alıp insan zekâsını da küçümsemiyelim. İnsanların zeka düzeylerindeki bu göreceli farklılık hep verilen, daha doğrusu verilemiyen, eğitimin kabahatidir. Yoksa herkese doğru dürüst eğitim verilebilse, her insan oldukça yüksek düzeyde bir zekâya ulaşabilir. Bu onun yaradılışında vardır. Eksiğimiz eğitimden gelmektedir. Bekliyelim, belki bir gün bu da düzelecektir.
Hep zekâdan söz ettik. Bunun çok sade bir tanımı yapılabilir mi? Bize göre zekâ hangi olayın sonuç, hangisinin neden olduğunu kesinlikle ayırma yetisidir. Olaylar arasındaki neden-sonuç bağıntısını doğru bir biçimde hızla bulabilme yeteneğidir.
Sırası gelmişken, Albert Einstein’dan aktarılmış olan, daha doğrusu yanlış aktarılmış bir deyişe göre bizler beyinlerimizin ancak % 15 ini kullanıyormuşuz. Einstein bu deyişiyle beynimizin geri kalan % 85 ini rafa kaldırıp ilerde kullanmak için saklıyoruz gibi acayip bir fikri ileri sürmüş olamaz herhalde. Onun anlatmak istediği % 15 lik bölüm insan beyninin ayrıştırıcı, birleştirici, yaratıcı zekâyı taşıyan bölümüdür. Geri kalan % 85 lik bölüm vücuttaki otomatik işlemleri yürüten beyin katmanıdır ki, enzimlerin, hormoların, elektrolitlerin dengelerini sağlayan, bunun yanında bilincimiz dışında çalışan organ sistemlerini yöneten bölümdür. Bu bölüm gece gündüz demeden, istemimiz dışında, sürekli çalışmasını sürdürür. Demek ki bizim beynimizin % 100 ü kullanılmaktadır, ama bunun % 15 i istemimiz içinde entellektüel işleri yürüten bölümdür. İstemimiz içinde dediğimiz bu bölum bile bazan istemimiz dışında çalışıp akıl hastalıklarının ortaya çıkmasına neden olur
Şunu da akıldan çıkarmamak gerekir: Bizler beyin işlevlerinin büyük bir bölümünün nasıl yürüdüğünü henüz bilemiyoruz. Hatta bildiğimiz savında olduğumuz beyin işlevlerinin tamamını da bilmiyor, açıklayamıyoruz. Aynı biçimde sırlarını çözdüğümüzü söylediğimiz organ sistemlerinin de son noktasına kadar sırlarını çözebilmiş değılız. İşte biyolojinin, dolaylı olarak tıbbın bilisizliği buradadır Bütün bu gizleri öğrenmiş olsaydık, belki de yaşamın gizini, ölümsüzlüğü bulmuş olurduk