“İnsanın özgürlüğü, kendisine yapılanlara karşı takındığı tavırda gizlidir.”
Jean Paul Sartre
Sakıp Güran 26 Aralık 1908 tarihinde İstanbulda dünyaya geldi. Babası Ord. Prof. Dr. Refik Güran ile annesi Saime Güran’ ın üçüncü evlatlarıydı.
Ailenin bütün çocukları gibi Kabataş rüştiye ile idadisinde okuduktan sonra İstanbul Hukuk Fakültesine girerek buradan genç bir hukukçu olarak mezun olmuştur.
Başlangıçta Eskişehirde TC Savcısı, sonra da hakim olarak çalıştı. Daha sonra 1943 yılında Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Bu dönemde mahkumlardan biri olan Nazım Hikmet Ran, cezaevi koşullarının iyi olmadığı, değiştirilmeleri gerektiği gerekçesiyle 8 Nisan 1950′de açlık grevine başladı.
Kalbinden, karaciğerinden rahatsız olduğu bilindiğinden, Ankara’dan gelen emirle, hemen ertesi gün İstanbul’a getirilerek önce Sultanahmet Cezaevi revirine, sonra da Cerrahpaşa Hastanesi’ne yatırıldı.
Onun açlık grevi kararı almasını önleyemeyince, doğru Ankara’ya gitmiş olan avukatı Mehmet Ali Sebük, ilgililerle yaptığı ilk görüşmelerden sonra Nâzım Hikmet’e bir telgraf çekerek, serbest bırakılması için çareler arandığını, iki kez Başbakan Yardımcısı Nihat Erim’le, iki kez Adalet Bakanı Fuat Sirmen‘le, üç kez Cezaevleri Genel Müdürü Sakıp Güran‘la konuyu ayrıntılarıyla konuştuklarını, ertesi gün de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü‘nün kendisini kabul edeceğini, bu durumda açlık grevini şimdilik ertelemesi gerektiğini bildiriyordu.
Nâzım Hikmet bunun üzerine avukatının isteğine uyarak 10 Nisan 1950 sabahı açlık grevini erteledi.
Bundan sonra Sakıp Güran 1950 li yılların başlarında Yargıtay (Temyiz Mahkemesi) 2. Ceza Dairesi üyeliğine getirildi. 1954 yılında bu dairenin önce reis vekili, daha sonra da reisi olarak görevini sürdürdü.
Ancak Millet Partisi için laikliğe aykırı politika ürettiği gerekçesiyle 1954′te Ankara Ağır Ceza Mahkemesi Reisi Memduh Balamir tarafından kapatılma kararı verildi.
Karar Temyiz Mahkemesi 2. Ceza Dairesi önüne getirildiğinde, mahkeme reisi olan Sakıp Güran, o günkü hükümetin isteği doğrultusunda karar vermemede direnince 1956 yılında emekliliğe zorlanarak, emekli edildi.
O güne kadar hep devlet hizmetinde bir memur olarak çalışmış olan Sakıp Güran kendini sudan çıkmış balık gibi hissetmeye başladı. Daha gençti, çevresindekiler özellikle de çilekeş eşi onu bir avukat olarak mesleğini sürdürmesi yolunda yüreklendirmeye çalışıyordu. Ama o nedense bu konuda derin bir duraksama içine girmişti.
Bunun nedenlerinden biri de, emeklilige sevkedilirken “Iktidar”ca ona verilen bir söz, Istanbul’da bir Noterlik sözü idi. Uzun süre bunun peşinde koşup, sonunda bunun gercekleşmiyeceğini anlayana kadar çok vakit geçirdi.
Sonunda aklı avukatlığa yatarak, ceza avukatı olarak bir büro açmaya karar verdi. Sakıp Güran ceza avukatlığı mesleğinde çok başarılı olmuştur. Bu konuda İstanbul barosunun en ünlü, en parlak avukatlarından biri oldu. Dahası kendisine “ipten kurtaran avukat” diyorlardı.
Bu ününün başlangıcı 27 Mayis askeri darbesinden sonra mahkemeye verilen “Demokrat Parti Iktidarinda” arkadaşı olan Ismail Hadımlıoğlu başta olmak üzere bir kac Demokrat Parti’linin avukatliğını üzerine alması olmuştur. Yassıada mahkemesinde onları savundu. Aldiğı sonuçlar cezaların azaltılması ile Ismail beyin aklanması ile sonlandı. Aşağıdaki fotoğrafta Sakıp Güran Yassıada Mahkemelerinden bir duruşmada görülmekte.
İşte çok öncedenberi tasarladığı öykülerini emekli olduğu sırada yazmaya başladı. Sonra bunların bir bölümünü “Olur Böyle Şeyler” başlığını taşıyan bir kitap olarak 1974 yılında yayınladı. Sakıp Güran yıllar boyunca tasarladığı hikayelerinden modern ile klasik türde karma küçük bir bölümünü bu kitapta toplamıştır.
Bu kitabı biraz da ağabeyi piyes yazarı Galip Güran’ ın vasiyet niteliğindeki dileğini yerine getirmek için yayınladığını söylemektedir.
Sakıp Güran sağlığına çok önem verirdi. Bu arada kalbindeki bir dal-bloğu yüzünden kaygı içindeydi. Fazla önemli olmayan bu arıza yüzünden yaşamını yıtıreceğini düşünmeye başlamıştı. Bir hekim olan yeğeni ona bu konuda sürekli güvence veriyordu. Ama o bir türlü söylenenlere inanmıyordu.
Sonunda bir sağlık kontrolu sırasında karaciğerinde bir habis tümörün varlığı saptandı. Bu tümöre yapılacak cerrahi girişim için 1979 yılında ABD ye gitti. Ancak yapılan cerrahi girişim sırasında meydana gelen büyük kanama yüzünden kendisine çok miktarda homolog kan verilme zorunda kalındı. Sonuçta yapılan ameliyat sırasında fibrinolysis‘ meydana çıktı. Bu durdurulması olanaksız bir kanama sendromu demektir. Bu yüzden 1979 yılı yazında, ameliyat masasında yaşamını yitirdi.
Na’şı İstanbula getirildi. Kabri Zincirlikuyu kabristanındadır…
bence süper sana aferiim