“Omnium artium medicina nobilissima est”
(Tüm sanatlar içinde hekimlik en soylu olandır)
Latin Deyimi
Osmanlı’nın ilk dönemindeki tıbbi etkinlik İslam tıp anlayışı çerçevesinde ortaya çıkarak çok uzun süre bu niteliğini korumuştur. Öte yandan Osmanlı Devleti’nin, Anadolu Selçuklularının mirasçısı olması nedeniyle Selçuklu dönemindeki sağlık hizmet ile kurumsal yapılanma Osmanlı’ya geçmiştir.
İslam tıbbının özellikleri çerçevesinde, Selçuklu dönemindeki tıp anlayışı Osmanlı döneminde de varlığını sürdürmüştür. Özellikle darüşşifaların, demek ki hastanelerin, Osmanlı yönetimine geçtiği, hizmetlerini sürdürdükleri açıktır.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hekim eğitimi, önceki İslami dönemlerdeki gibi usta-çırak ilişkisi biçiminde kendini gösteriyordu. Hekimler, hastane ya da özel muayenehanelerinde, ki bunlara dükkan deniliyordu, yanlarında çırak biçiminde eğiterek hekim yetiştiriyorlardı. Bu tür bir eğitim kurumsal niteliği olmayan, sistemli bir okul eğitimi değildir.
XV. yüzyıl Bursa’nın başkent olup devletin gelişmesine koşut olarak darüşşifa ile tıp merkezleri de gelişmiştir.
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’da yaptırmış olduğu Sahn-ı Seman Medreselerinde eğitimde ayrıca önemli olan külliye darüşşifa yapısı Karadeniz Medreseleri adıyla yer almakta idi. Ancak bu yapı günümüze kadar ulaşamamıştır.
XVI. yüzyıl devletin gelişmesiyle gereksinime yanıt vermesi için yeni külliyeler yapılmıştır. Özellikle Mimar Sinan’ın yapmış olduğu Şehzade külliyesi Edirne’ deki Selimiye Külliyesi ile yine İstanbul’da Süleymaniye Külliyesi önde gelir.
Osmanlı’da sistemli tıp eğitimi bilindiği gibi 19. yüzyılda Askeri Tıp Okulu’nun açılmasıyla başlayacaktır. Başta Süleymaniye Medresesi olmak üzere Osmanlı’da “resmi” anlamda hekim yetiştirilen medreselerdeki eğitim ise tıbba özel değil genel eğitim biçimindedir.
Buradaki eğitimde yetişen hekimlerin diplomaları okul adına değil medreseyi yöneten hocanın adına verilirdi. Çok geniş topraklar üzerinde kurulan, çok uluslu bir İmparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu’nda hekime olan gereksinimin giderilmesi çeşitli kaynaklardan hekim sağlanmasını gerekli kılıyordu. 19. yüzyıla gelindiğinde ordunun hekim gereksinimi kendini önemle hissettirdi.
Böylece, medrese eğitimi dışındaki ilk tıp okulu açılır. Bu Askeri Tıp Okulu (Mektebi Tıbbıye-i Şahane) 14 Mart 1827 tarihinde açılmıştır. 14 Mart bugün Tıp bayramı olarak kutlanıyor. Günümüzde ele geçen Okulun bir mermer levhasından, okulun aslında bir “medrese” anlayışı içinde kurulduğu sonucu çıkartılabilir.
Okulun eğitim anlayışı o zamanki çağdaş tıp eğitimi düzeyine henüz tam ulaşamıyordu. Bu nedenle Okulun başına 1839’da Viyanalı hekim Ambrois Bernard (1810-1844) getirilir. Bu yolla Osmanlı’daki tıp eğitiminin niteliğinde önemli bir ileri adım atılmış olur.
Buna karşılık Osmanlı’da sivil halka hizmet vermesi için hekimler yetiştirecek hiçbir tıp okulu bulunmuyordu. İşte bu gereksinim doğrultusunda, 1867 yılında ilk Sivil Tıp Okulu (Mektebi Tıbbiye-i Mülkiye) eğitime açıldı. 1908 yılında Sivil Tıp Okulu “Fakülte” ye dönüştürülmüş, bir yıl sonra da her iki okul Sivil Tıp Okulu çatısının altında birleştirilmiştir.
Türk-İslam dünyasındaki hastaneler, “darüşşifa” sözcüğü ile birlikte “bimeristan”, “maristan” isimleri yanında “darülsıhha, darulafiye, darulmerza, şifaiyye, bimarhane, tımarhane” gibi isimlerle anılıyordu. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de banzer adlar kullanılmıştır. En sonunda da 19. yüzyılda “hastahane”, daha sonra “hastane” sözcüğü ötekilerin yerini almıştır.
Sultan III. Murat döneminde Osmanlı imparatorluğu ülkelerinde 59 hastanenin var olduğunu Michel Baudiler 1663’de Paris’de yayınlanan “Histoire du Scrail Etdefa Cour” isimli yapıtında söz etmektedir.
19. yüzyıl Osmanlısında, hastane kuruluşu açısından gerçekten hareketli bir dönem yaşanmıştır. Bu yüzyıla gelene kadar darüşşifaların sayısından yola çıkılırsa bu dönemin farkı kolayca anlaşılabilir. Bu hareketliliğin, nedenlerinin askeri alandaki hastane gereksiminin karşılanmaya çalışılması gelmektedir.
19. yüzyıla gelene kadar, İstanbul’da son hastane (darüşşifa) 1617 yılında açılmıştır. Bundan sonra İstanbul’da yaklaşık 200 sene yeni bir hastane hizmete girmemiştir. Buna karşın 1905 yılında İstanbul dışında, asker ile azınlık hastanelerini saymazsak 40’ı bulan sayıda hastane bulunmaktadır. Karantina, yerel ile özerk (azınlık hastaneleri vd.) yönetimdeki hastaneler dışında devlet kuruluşunda çalışan hekimlerin sayısı 405 kadardır.
Klasik Osmanlı hastahaneleri olan Dâru’s-Sifalarin mimarî özellikleri birçok araştırıcıca incelenmiş olmakla birlikte buralarda yürütülen eylemler üzerinde yeterince çalışma yapılmadığı anlaşılmaktadir.
Osmanlı Dâru’s-Sifalarinin vakfiyeleri dikkatle incelendiğinde bu vakfiyelerde klasik Osmanlı hastahanelerinin yönetiminin yanısıra hekim ile öteki sağlık elemanlarıyla ilgili değerli bilgiler bulundugu görülür.
Vakfiyelerde Dâru’s-Sifadaki görev dağılımı, görevlilerde aranan nitelikler, sorumlulukları, beklenen bilgi ile beceri düzeyiyle ilgili olarak bütün hizmetliler için ayrı ayrı ayrıntılı koşullar bulunmasından, özellikle XV ile XVI. yüzyiılarda, bu konuda bir Osmanlı geleneği olduğu anlaşılmaktadır.
İlginç olarak, antik çağda çeşitli sağlık merkezlerinde uygulandığını bildiğimiz, müzikle sağıtımın Osmanlıda da var olduğunu görmekteyiz.
707 yılında kurulmaya başlanan, müzikle sağıtımın yoğun bir biçimde uygulandığı Türk-İslam hastanelerinin, psiko-somatik hastalıkların sağıtımında ilk klinik niteliğinde olduğu, dünya psikiyatrisi ile hastaneciliğinin gelişmesinde öncülük ettiğini biliyoruz.
Türklerde müzikle sağıtım üzerindeki araştırmalar ile bunların uygulamaları 1000 yıldan fazla sürmüştür. Eski Türk hekimleri ruh hastalarının müzik yolu ile sağıtılabileceklerine inanmış, müziğin bütün hastalık ile ağrılar üstünde etkin olduğunu, bilim ile fen adamlarının kanılarına dayanarak söylemişlerdir.
Osmanlı döneminde de eşsiz bir biçinde aqustic olarak tasarlanıp yapılan büyük sağıtım merkezlerinde, ayrıca enstrumantel sanat müzikleri çalınırdı. Bu müzik hastanenin her tarafından kusursuz bir yankı ile dinlenebilirdi.
Herkes hayatında bir çok kez hasta olmuş, yatağa birkaç gün bağımlı kalmıştır. İşte bu sırada hoş makamlı müziklerin etkili olamayacağını kimse yadsıyamaz. Bunu Osmanlı hekimleri farketmiş, üzerinde yoğun çalışmalar yapıp uygulayarak, ciddi sonuçlar elde etmişlerdir. Bu sonuçların en önemlisi müziğin hastaları rahatlatması, onları mutlu etmesi ile iyileşmesini hızlandırmasıdır.
[Bazı alıntılarla telif edilmiştir]