“Şerlerin en büyüğü iç savaştır”
Blaise Pascal
Ruanda (Repubulika y’u Rwanda), orta Afrikada Büyük Göller Bölgesinde yer alan küçük bir ülkedir. Komşuları Burundi, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Uganda ile Tanzanya’dır. Engebeli olan ülkenin adının anlamı “Bin Tepe Ülkesi” demektir (Fransızcası:Pays des Mille Collines). Nüfusu 9 miyon dolayındadır.
Ruanda’nın batı bölgesinin hemen hemen tümüne yakın bir bölümü yeşil bitki örtüsüyle kaplıdır. Aynı zamanda bu bölgenin hem tarım, hem de hayvancılığa uygun toprakları vardır. Buralarda mısır, süpürgedarısı, manyok, muz, fasulye, kahve, çay, pirekapan, darı ile bezelye tarımı yapılır. Sığır çobanlığı Ruanda’da çok önemli bir gelir kaynağıdır. Üç milyonun üzerinde büyükbaş hayvan vardır. Doğu bölgesi ise genellikle savanalarla doludur. Bazı bölgeleri ağaçsız çimenlik, bazı bölgeleriyse akasya ağaçları, maki ile bambu ormanlarılarıyla örtülüdür. Yüksek dağlık bölgelerde ise daha çok muz ağaçları ile okaliptus ağaçları vardır.
Kagera Milli Parkı yemyeşil bir bitki örtüsüyle kplıdır. Bu parkta ülkede yetişen; zebra, antilop, çeşitli ceylan türleri, Afrika ceylanı(impela), gazal, yaban sığırı, aslan, leopar, su aygırı, timsah ile yüzlerce tür kuş gibi hayvanlar bulunur.
Ülkenin başlıca yeraltı zenginlikleri şunlardır : Kalay, altın, volframit ile kolonbatantalit madenleri. Ülke endüstrisii yerel gereksimlere ancak yetmektedir. Bunlardan gıda endüstrisi, tekstil endüstrisi ile kimya endüstrisi daha gelişmiş sayılır. Kahve ile çay en önemli dış-satım ürünleri olup, çoğunlukla Tanzanya ile Kenya’ya yapılır..
Turizm önemli bir gelir kaynağıdır. Kivu Gölü güzellikleri, Kagera Milli Parkı ile yaban yaşamı her sene büyük sayıda turisti Ruanda’ya çeker.
Brüksel Konferansı’nda (1890), bölgede neredeyse hiç Alman olmamasına karşın, egemen devletlerce Ruanda, Almanya yönetimine verildi. Doğal kaynaklar açısından zengin öteki devletler varken, kendi payına bu fakir, karasal devletin düşmesinde yarar görmeyen Almanya, 1907′ye kadar ülkeye bir idareci bile göndermedi.
I. Dünya Savaşı’nın ardından Ruanda yönetimi Belçika’ya verildi. Belçikalılar Almanların tersine yönetimle daha fazla ilgilendiler. Doğal yaşam gereksinimlerini karşılamak dışında çalışmayan Ruandalılara kahve tarlalarında çalışma zorunluluğu ile çalışmayanlar için kırbaçla cezalandırma gibi yeni kurallar getirildi.
Ülkede o zaman yaşayanların % 90′ı Hutu, % 9′u Tutsi, % 1′i ise Pigmeydi. Pigmeler yaşam alanı ile ekin olarak ötekilerden farklı olsa da, o güne kadar bir arada yaşayan Tutsi ile Hutular birbirlerinden çok farklı görülmüyordu. Afrika siyasetinde yönetici ile yöneten birimlerin birbirinden ayrılması ilkesini uygulayan Belçikalılar bu politikayı Ruanda için kontrolün elde tutulmasının güvencesi olarak gördüler. Bölgede bulunan azınlıktaki Tutsileri, Hutulara karşı desteklemek amacıyla ırka dayalı bazı ayrıcalıklar verdiler.
Koloni güçlerine kolaylık olması amacıyla, herkese ırkını gösteren kimlikler dağıtıldı. Tutsi ile Hutuların aslında ortak olan dil-gelenek-etik geçmişleri ile ekinleri yok sayılarak, bir tür yapay ırksal ayrımcılığa başlandı. Belçikalı yöneticiler ayrımcılığı körüklemek amacıyla, işe alımlardan hastane girişlerine kadar bütün kararları ırksal farklılıklara göre almaya başladılar. İnsanların hangi ırktan olduğuna karar verilirken bazı objektiflikten uzak, akıl dışı ölçütler kullanılmıştır.
Belçika, Ruanda ile Burundi’yi, 1962 yılında her iki devlet bağımsızlıklarını kazanana kadar yönetti. Bu dönemdeki Belçika yönetimi tıpkı İngilizlerin Güney Afrika Cumhuriyeti’nde uyguladıkları gibi, yerli halk üzerinde acımasız, adaletsiz olmakla suçlanmıştır.
II. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle, bağımsızlığa hazırlamak amacıyla Ruanda yönetimi Birleşmiş Milletlere verildi. Beklenen biçimde yapılan seçimlerde Hutu milliyetçisi PARMEHUTU Hareketi (Hutu Özgürlük Hareketi) iktidara geldi. İktidara geldikleri andan başlayarak, Belçikalıların desteğiyle, eski yönetimin uzantısı sayılan Tutsilere karşı hemen her bölgede çeşitli eylemlerde bulundular. Bu eylemlerin sonucunda 20 bin ile 100 bin arasında Tutsi öldürüldü, 160 bin kadarı da komşu ülkelere, Tanzanya ile Uganda’ya sığındı
Bağımsızlık kazanılmasından sonra PARMEHUTU yönetimi, tek parti iktidarı sırasında da Hutu milliyetçisi bir politika izledi. 1964 ile daha sonra 1974′teki pogrom adı verilen olaylarda birçok Tutsi öldürüldü ya da sürüldü. Bu olaylar sırasında Tutsi öldüren Hutular devletce korundu. Göstermelik bir iki olay dışında kimse yargılanıp cezalandırılmadı. Tutsilerin nüfusa oranları olan % 9 oranı bütün ülkede üst limit olarak tanımlanarak Parlamento başta olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlardaki eğitimli Tutsiler işten çıkarıldı ve sürgüne zorlandı.
Buna benzer bir çok olayın ardından, 6 Nisan 1994′te tarihin gördüğü en kanlı soykırımlardan birisi radyoda yapılan anonslarla başladı. O gün, bir Hutu olan devlet başkanının uçağı düşürüldü. Ülkede yaşanan kargaşadan faydalanan Interahamwe üyeleri ellerindeki listelere bakarak, eğitimli Tutsi ile ılımlı Hutular başta olmak üzere kıyıma başladılar.
Yüz gün içinde, bir görüşe göre 800 bin kişi, bir başkasına göre 1 milyon kişi öldürüldü.
Bütün bu olanlar Belçikanın akılsız, basiretsiz bir tutumla yürüttüğü sömürge siyaseti, etnik ayrımı körüklemesi yüzünden ortaya çıkmıştır. Belçika uyguladığı bu siyasette bilinçli olarak bir amaç gütmüş ise “Habis”, yok eğer bunları farkında olmadan rastgele yaptıysa “aptal”, “basiretsiz” olarak davranmıştır.
“Habaset” konusunda Belçika sabıkalıdır da… Afrikadan Amerikaya yapılan zenci köle ticaretinin büyük bölümünü Belçika yürütmüştür. II. Dünya Savaşında, kendi hudutlarından geçen Maginot Hattını Almanlara açarak, Fransanın işgalini sağladılar.
Ruanda’ da olanlar adeta çok büyük çapta yapılmış bir toplumsal laboratuvar deneyi idi. Bunu çok iyi gözlemleyip, ders almış olan CIA, etnik ayrımı körüklemenin Türkiyeyi kan gölüne çevirebileceği hesabıyla bir süredir bu fikri, sistematik olarak uygulama alanına koymuştur. Sonunda 2000 li yılların başında rapor halinde bir senaryo hazırlanmıştır. Senaryonun başlığı “2011 Türkiye İç Savaşı” dır. Artık bunu herkes biliyor.
Amaç bir iç savaş çıkarıp, bunun sonunda işe el koymaktır. Bunu Türkiyenin parçalanıp paylaşılması izler. Kısaca filmi başa sarıp, “Sevr’ i nasıl tekrar uygulamaya koyarız” diye düşünmekteler.
Eğer aklımızı başımıza alamazsak bu kanlı tuzağa düşmek işten bile değildir. Yurdumuzda bir süredir olup, bitmekte olanlar, sonucun ne olabileceğini açık seçik gösteriyor. Bizim ayrışmaya değil birleşmeye yönelmemiz gerektiği bilincinde olmamız, ne olursa olsun, akıllı davranıp işleri bu doğrultuda yürütmemiz gerekir!…
Tersi durumda bizi hiç kimse kurtaramaz!…
Bazı alıntılarla telif edilmiştir.