Ömrü yetseydi Atatürk’ ün düşündüğü Türkiye sınırları
“Eğer sınırlarınızda bir sorun varsa, bunu gidermenin tek yolu sınırlarınızı genişletmektir.”
ATİLLA (Büyük Hun İmparatoru)
Türkiyeye batılı dostları (!), uzun bir süredir yoğun bir psikolojik savaş açmış durumdalar. Gün geçmiyor ki, “Türkiye parçalanmalı, bu gerçekleşecektir.” ya da “Türkiyenin topraklarının bir bölümü filancalarındır. Buraları onlara verilecektir.” gibi sözleri duymayalım.
Dahası da var. Bir bölük dostumuz (!) Türkiyede bir iç savaş senaryosu yazarak, bunun tarihini bile saptamış durumda. Türkiye iç savaşı için uygun görülen tarih 2011 yılı. Böyle bir iç savaş çıkarsa, ardından elbette dış güçler hemen duruma el koyacaklar. İç savaşı durdurduktan sonra, gelsin Sevr Antlaşması!… Hiç kuşkusuz işi bu kez dostlarımız (!) eskisinden daha sıkı tutulacaklardır. Türkiyeyi, Türkleri dünyadan silebilmek için elden gelen arda konmayıp, eski Sevr mumla aranır hale gertirilecektir.
Bunlara karşı biz savunma da değil garip bir boyun eğiş “teslimiyet” içinde görünüyoruz. Ortada, psikolojik te olsa bir savaşın var olduğu düşünülürse, bizim de, psikolojik olarak caydırıcı bir karşı saldırıya geçmemiz gerekmez mi?…
Bunu yapmıyoruz. Belki de yapamıyoruz. Bütün olanları sanki bu milletin kaderiymiş gibi kabullenip, boynumuz bükük oturuyoruz.
Sportif karşılaşmalarda da, hiç saldırı (offence) yapmayıp, sürekli savunmada (defance) kalan takım yenilgiyi kabullenmiş demektir. Bu sadece takım oyunlarında değil bireysel olarak yürütülen spor karşılaşmalarında da böyledir. Örnekse, gardını iyice kapatıp, bütün maç boyunca köşeye sinen bir boksör, knock out değilse bile sayı hesabı yenilmeye mahkumdur.
Bu hiç de karmaşık olmayan kural, devletlerin yaşamı için de tümüyle geçerlidir.
Mustafa Kemal ATATÜRK‘ ün yaşamında, Kurtuluş Savaşından sonra, bizleri yıldırma yollu yapılan girişimlere karşı bir çok karşı çıkış vardır. Bu yüzden o dönemde Türkiye Cumhuriyeti saygınlığını koruyabilmiştir. Bütün bu ayrıntıları O’ nun yaveri Salih Bozok‘ un anılarında bulabilirsiniz.
Ayrıca ATATÜRK, yukarda görülen haritayı amaçlayarak, Lozan Antlaşmasından 9 yıl sonra, ABD generali Douglas MacArthur‘ e şöyle demiştir :
“Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve adaları geri alacağım. Selanik de dahil batı Trakyayı Türkiye hudutları içersine katacağım.”
Demek ki O Lozan Antlaşmasıyla yetinmiyor, Lozan’ da barış konferansını ertelememek için zorunlu olarak vazgeçilen toprakları geri almayı planlıyordu. Bunu gerçekleştirebilseydi, bu gün başımızda olan dertlerin pek çoğu var olmayacaktı.
Peki biz neden karşı saldırıya geçemiyoruz?…
Bunu benim “Akıl Değmemiş Kafalar” başlıklı makaleme yapılan bir yorumla [*] anlatmaya çalışacağım. “Adsız” olarak gelen yorum aynen şöyle :
“Mustafa Kemal yerine İngilizler başımıza geçmiş olsaydı söylesenize Allah aşkına ne değişecekti? İngiliz de hilafeti kaldıracak, Osmanlıyı def edecek, harflerimizi değiştirecek, kıyafetlerimize müdahale edecek, şerri sistemi değitirecek değil miydi? Peki Mustafa Kemal bizi neyden kurtardı?”
Düşüncedeki çarpıklığa bakınız : Adam Kurtuluş Savaşını, bu toprakların düşman elinden kurtarmak, ulusu bağımsızlığa kavuşturmak için değil de din için yapılmış bir savaş zannediyor!… Elbette bu da, makalenin adına yakışır biçimde bir “Akıl Değmemiş Kafa”… [**]
İşte, 1950 yılından sonra, “önce kendini, sonra partisini, en sonra da ulusu düşünen” politikacılar, sadece kendi ikballeri uğruna bu gibi kafaların sırtını sıvazlayarak, bunların oyları ile iktidara gelmeye başladılar. Çünkü bunlar giderek kalabalıklaşıyorlardı. Hal böyle olunca iktidarların yaptıkları eylemler de bu tür seçmenlerin istemleri doğrultusunda oldu. Çünkü bir kez daha seçilebilmek için başkoşul buydu. Bizim dar görüşlü politikacılarımızın aklı ancak bu kadar çalışabiliyordu.
Son atmış yıl boyunca bu durumu akıllı bir biçimde gözlemleyen batılı dostlar (!) da, o zamandan bu yana yumuşak karnımız olan din konusu ile bazı etnik konuları sömürerek, bizi vurmaya, parçalanmamızı dikte etmeye, iç savaş çıkmasını körüklemeye giriştiler. Din ortaya atılınca “akar sular durduğundan”, adeta inme inmiş (felç olmuş) gibi hareketsiz kalıyoruz. Bu yüzden açılan psikolojik savaşa karşılık vermek bir yana, savunma bile yapamayıp, kabullenme durumuna geliyoruz.
İş işten geçmeden aklımızı başımıza alıp, takıma kafası doğru dürüst çalışan oyuncular katarak, karşı hücuma geçmemiz gereklidir. Çünkü bu maçı kaybetmek üzereyiz. Tersi durumda Osmanlının son günlerini, tekrar yaşamak zorunda kalacağız.
Yurdun, ulusun çıkarları her şeyin önünde gelir. Din tek, tek kişileri ilgilendiren, onlarla Allah arasındaki bir konudur. Devlet eliyle yönlendirilmeye kalkılırsa, demek ki Laiklik rafa kaldırılırsa, pusuda bekleyen el oğlu, çıkacak kargaşayı ganimet bilip topraklarımızı da, ırz ile namusumuzu da, bağımsızlığımızı da elimizden alıverir. Elde yalnızca bir din kalır ki, bu durumda Türkiye için okunacak ancak bir“El Fatiha”…dır. Başka bir şey değil!…
—————————————————–
[*] Benzer bir yorum “Padişah Vahidettin!e Şükran Borcumuz Vardır” başlıklı makaleme geldi. Yorum şöyle :
[Sen halt etmişsin hoca. Atatürk denilen adam İngilizler tarafından atanan müstemleke valisi idi. Türk bile değildi. Resmi tarih düzmece tarih. Lozanda teslim oldunuz, şartları bu millete acı acı ödettiniz. Biz hala sizin gibi kripto ecnebilerden çekiyoruz, ne çekiyorsak.]
Bu her iki yorumdaki idiocie düzeyindeki budalalık bir yana, kopkoyu (galiz) kara cehalet dikkat çekicidir. Ne yazık ki, bunlar zaman boyunca sayılarını arttırarak, çoğunluğu oluşturuyorlar. Gidişat bunu göstermektedir!…
Ne buyurdunuz, DEMOKRASİ mi?…
“HADİ CANIM SİZ DE”!!!…
[**] Hiçbir şey, harekete geçen CEHALET kadar korkunç değildir. Gerçek, Aydın Müslümanların, Atatürk’le de, lâik demokratik düzenle’de bir sorunları yoktur. Dini görevlerini yerine getirmede, inandıkları gibi yaşamakta, inançlarını yaymakta hiçbir problemle karşılaşmazlar. Devlet’le de, Milletle de barışıktırlar.