“Kind words can be short and easy to speak, but their echoes are truly endless.”
(İyi yürekli sözcükler kısa ve söylenmeleri kolay olabilir, fakat yankıları gerçekten sonsuzdur)
Mother Teresa
Retorik [Os. Belâgat; İng. rhetoric; Fr. rhetorique; Al. rhetorik]. hitabet sanatı, belagat; genellikle dilin (lisanın) kullanımı yoluyla inandırma tekniği ya da sanatı. Retorik, Batı’daki üç orijinal liberal sanat ya da trivium`dan (ötekiler diyalektik ile gramerdir) biridir. Terim Yunanca rhētorikē (tekhnē) den türemiştir. Rhētorikē (tekhnē) ise rhētōr (ρήτωρ), “hatip”ten gelmektedir.
Hitabet, topluluklar önünde güzel, etkili konuşma sanatıdır. Kimi insanlar meslekleri gereği küçük ya da büyük topluluklara seslenen (hitap eden) konuşmalar yapmak zorunda… Öğretmenler, din adamları, siyasetçiler bunların başlıcaları. Günümüzde bu çerçeve daha da genişlemiştir. Her alanda bilimsel, tartışmalı toplantılar, açık oturumlar düzenleniyor, konferanslar veriliyor.
Bu seslenişlerin hepsi aynı derecede başarılı, etkili olabiliyorlar mı, hepsinin de sözleri aynı ilgiyle , aynı merakla dinleniyor mu?… İşte bunlar kuşkuludur. Çünkü “hitabet”te yetenek önemli, ama eğitim de çok önemli. Düşüncesini düzenli bir sıra ile sunamayan “hatip”ler, söz söyleme sanatında ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar, yeterince başarılı olamazlar. Sanatın her alanında olduğu gibi, “hitabet sanatı”nda da bazı bilgilerin var olması baş ya da ön koşuldur. Daha doğru bir deyişle, bu bilgiler söz söyleme sanatının çatısını, belki de ta kendisini oluştururlar.
Bu bilgiler nelerdir?…
☻ En önde gelen konu‘ dur. Çünkü konu yoksa söylenecek bir söz de yoktur. Konunun seçimi ya size bırakılır ya da belli bir konuda konuşmanız istenir. Konuyu siz seçiyorsanız, bunun özgün (orijinal), ilgi çekici olmasına özen göstermelisiniz. Anlattığınız şey her zaman bir yenilik olmalı ya da yer yer özgün yeni birşeylerden söz ediyor olmalısınız. Tersi durumda seslendiğiniz topluluğun ilgisi dağılır. Dahası bir bölümü uyuklayabilir de…
Başkalarınınkinden çok kendi buluşlarınızı ya da özgün fikirlerini açıklamalısınız. Çünkü herkes başkalarının fikirlerini değişik kaynaklardan bulabilirler. Bunu illaki sizin açıklamanıza gerek yoktur. İlgi çekici de olmaz.
Bilimsel bir konu işleniyorsa, gündelik rutin çalışmaların bir araya getirilip sonuçların, bir olgular yığını olarak dinleyenlere sunulması bilimsel olmaktan çok uzak bir davranıştır. Ama bunu nedense bir marifet gibi sık sık yapmaktayız [*]. Her zaman, Fransız bilgini Jules Henri Poincaré’ nin şu sözlerini anımsamada yarar vardır : “Bir yapı, taş ile tuğlalardan oluşur. Lakin bir taş ile tuğla yığını nasıl yapı demek değilse, herhangi bir olgular yığını da bilim demek değildir!”.
Yapılabilecek en önemli yanlış, konuyu bir metin halinde kağıda geçirerek bütün söylevi oradan okuyarak sürdürmektir!… Bu, dinleyicinin aklına iki önemli özelliğin gelmesine neden olur : Konuyu iyice bilemeyip, ona eğemen olamadığınızı. Bir de söylev planını doğru dürüst yapmaktan aciz olduğunuzu.
Konuşmayı her zaman doğaçlama (irticalen) yapmak gerekir. Böylece birçok yararın yanında doğal olmak sağlanabilir. Baştan sona bir metni yazılı olduğu kağıttan okumak dinleyiciyi canından bezdirir. Bir yerden sonra da artık dinlemez olur. Eğer metni kağıda dökmek zorunda iseniz, kesinlikle bunu, tiyatro sanatçılarının yaptığı gibi, baştan sona ezberlemelisiniz. Kürsüye çıktığınızda da yazılı metni yanınıza almayınız. Çünkü buna bir kez göz attığınız anda ezberiniz tümden kaybolur. Bundan sonra artık sürekli okumak zorunda kalırsınız.
Konuyu anlatmada slayt kullanmak (slide show) günümüzün gereğidir. Ama kullandığınız slayt sayısı 20 yi pek geçmemelidir. Bundan fazla , söz gelimi 70 – 90 tane slayt kullanma gerekiyorsa 15 te bir, araya konuyla hiç ilgisi olmayan ince esprili bir karikatür slaytı koymak yararlıdır. Dinleyicileri uyanık tutmaya yardımcı olur. Slaytların bir yararı da yazılı metin yerini tutarak konuşmanızı kolaştırmalarıdır. Burada, bunlar kitaplardaki anlatımı kolaylaştıran resimlerle çizimlerin yerini tutar.
Bazıları konunun amacının 400 sözcük içeren bir metinde anlatılıp bitirilmesi en uygun olandır demektedir. Bunlarca standart olarak bu ölçü tanımlanmıştır [**]. Ama bu çok kısa bir süre (bir, en fazla iki dakika) demektir. Bir konferans bundan kat kat uzun bir zaman alacaktır. Bundan ötürü bu 400 sözcük sınırını bir bilgi olarak verip geçelim.
Çok olmamak koşuluyla, arada bir dinleyicilere yanıtını hemen sizin verdiğiniz sorular sormak, onlarla etkileşimde bulunmak için gereklidir. Böylece dinleyicinin ilgisi ayakta tutulabilir.
Konuya girmeden önce kullanılan selamlama tümcesi, söz gelimi kupkuru bir “Hanımlar ve beyler” olmamalı. Dinleyiciyi pohpohlayan sıcak içtenlikli bir tümce de buna eklenmelidir. Unutmayalım ki bu ilk izlenimdir. Bundan ötürü de önemlidir.
Sözlerinizi bitirirken kullandığınız teşekkür tümcesiyle birlikte ince bir espri yapmak yararlıdır. Çünkü bu da son izlenim olarak akıllarda kalacaktır!…
☻ Daha sonra dil (lisan) gelir. Söylevi en hakim olduğunuz dille, demek ki ana dilinizle vermelisiniz. Bunun için de ana dili aksansız, diyalekte kaçmadan konuşabilmek gerekir. Söyleyişte (telaffuzda) Standart Türkçe, İstanbul Türkçesidir. Bunun dışına çıkmak dinleyenlerin belki de tebessüm etmelerine neden olabilir. Unutmamalı ki bu konuşmayı bilimsel bir açıklama için yapıyorsunuz. Oraya komedyenlik yapmak için çıkmadınız!…
Söyleyiş (telaffuz) önemlidir dedik. Kullanılan her bir sözcük tam, doğru olarak, tane tane söylenmelidir. Bunun için gerekiyorsa diksiyon dersleri alınabilir. Tersi durumda dinliyenler ne denildiğini anlamakta güçlük çekerler. Diksiyonu bozuk bir radyo ya da televizyon sunucusunu dinlediğinizi düşünün. Ne kadar rahatsız olursunuz, öyle değil mi?…
Sözcük dağarınızın zengin olması gerekir. Böylece, kavramların karşılıklarını kolayca bulabileceğiniz için, istediğinizi kolaylıkla anlatma olanağınız olur. Eğer bazı gençlerimiz gibi 200 sözcükle konuşabiliyorsanız kürsüye çıkma atılımında hiç bulunmamanız gerekir!…
Kullanılan tümceler kısa olup, az sayıda sözcük içermelidir. Buna karşılık kesin kararları da anlatmalıdır. Dinleyenin zihninde sürüncemede kalmış fikirlerin doğmasına yol açmamalıdır. Yazı dilinde bile uzun tümce kullanmak doğru değildir.
Kullandığınız sözcükleri, bir makinalı tüfek gibi, ard arda hızlı söylemek doğru değildir. İzlemeyi zora sokar. Dinleyenlerin konuya girip anlayacakları, dahası not alabilecekleri bir hızda konuşmalısınız. Bu yavaşlığı da abartmamak gerekir. Doğal bir hızda konuşmak en iyi yoldur.
☻ Sırada sesi doğru kullanma ya da kullanabilme vardır. Tiyatroda “sesi ile oynamak” diye bir deyim vardır. Dublaj yapan tiyatro sanatçıları da bu yeteneği kullanırlar. Buna en iyi örnek ünlü Fransız aktrisi Sarah Bernhard (1844 – 1923) için, iki tümceyle anlatılan şu öykücüktür :
“Bir keresinde Sarah Bernhard Paris telefon rehberini dramatik bir edayla okumuş. Dinleyenler göz yaşlarını tutamamışlar.”
Ses tonu önemlidir. Söylevin başından sonuna kadar kısık sesle ya da bağırarak konuşmak doğru olmaz. Salonda bununan herkesin işitebileceği ortalama bir ses tonu kullanılmalıdır. Ama zaman zaman bazı vurgulamaları yapabilmek için inişler ile çıkışlar olabilir. Bu gereklidir de. Uzun süren tekdüze bir ses tonu uyku getiricidir. Bundan kesinlikle sakınmak gerekir.
Tümcelerin aralarında sıkça “eeeeee!…” ya da “aaaaaaa!…” ünlemlerini kullanma kesinlikle yapılmaması gereken davranışlardır. Topluma doğaçlama olarak seslendiğinizde böyle konuşmaktan başkası elinizden gelmiyorsa, kürsüye hiç çıkmamalısınız!… Bu biçimde konuşan bir tiyatro sanatçısına hiç rastladınız mı?… Böyle bir davranış dinleyici için çok sinir bozucudur.
Sesi bir tiyatrocunun kadar değilse de, ona yakın bir düzeyde kullanmasını bilmek gereklidir. Bunu sağlamak için alıştırmalar da yapılabilir. Unutmayalım ki dinleyicilere eğemen olabilmenin, onlarla iletişim kurabilmenin koşullarından biri de sesi iyi kullanmaktır.
☻ Sonra vücut dilini kullanma yeteneği önümüze çıkıyor. Kürsüye çıkıp ta, iki eliyle kürsünün kenarlarını kavradıktan sonra, bütün konuşmayı heykel gibi hiç kıpırdamaan sürdürmek en yanlış davranışlardan biridir.
Söylev verirken baş ile vücut dik durumda olmalıdır. İki büklüm vücut duruşuyla sözlerinizi sürdürmeniz doğru değildir. Bunun yanında kürsüde hareketli olmanız gerekir. Ayaklar yere dengeli bir biçimde basmalı, tökezlenmelere meydan vermemelidir.
Mimikler de olumlu biçimde kullanılmalıdır. donmuş bir yüzle (le visage figer) söylevi sürdürmek dinliyeni bunaltır. Bir konferansçı gerek mimikleri, gerekse vücut hareketleriyle bir mim sanatçısı gibi davranabilmelidir. Söylediklerini bu yolla pekiştirmeye çalışmalıdır.
Mikrofon kullanılıyorsa, mikrofonun elverdiği ölçüde az ya da çok kürsüden uzaklaşmak ya da kürsüde bulunulduğu sırada beden olarak hareketli olmak gerekir. Gösteri sanatlarında beğenilip, her zaman aranan “sahnenin her noktasını kullanma” ilkesi burada da geçerlidir.
Tıp Fakültesinde öğrenci iken bir Fransız profesörün konferansını izledikten sonra, dahiliye hocamız Prof. Dr. Abdülkadir Noyanın söylediği şu sözleri hiç unutmamışımdır : “Adam öyle hareketliydi ki, ilgimizi br an bile kaybetmemizi önledi!…”
Görüldüğü gibi kürsüden bir topluluğa seslenme gerçekten de zor bir “sanat” tır. Bir tür gösteri işi (=show business) dir. Bundan ötürü de konferansçıyı bir tür sanatçı gibi algılamak gerekir. Ama hepsinin önünde DOĞAL OLMAK gelir. Konferansları izlemişseniz bu kurallara her zaman uyulmadığını, dahası, tümüne birarada hemen hiç uyulmadığını görmüş olmalısınız. Ama doğrusu kürsüde bu kurallara eksiksiz uymaktır. Çünkü “Yanlış örnek, örnek olarak alınamaz”.
—————————————————–
[*] Bunun nedeni açık olarak bellidir. Profesörlük vb gibi bazı unvanları (titre),, alabilmek için kişinin bilimsel yayınlarının sayısı önemli olarak öngörülmüştür.
Bunun üzerine yayınların sayısının arttırılması gayretiyle, bunların özgün, bilimsel olmasına bakılmaksızın bir çok makale yayınlanması yoluna gidilmiştir. Bunların büyük çoğunluğu Henri Poincarré‘ nin sözünü ettiği “olgular yığını” biçimindedir. Durumu inceleme durumunda olan makamlar da zamanla makalenin özgünlüğü, bilimsel olup olmadığı üzerinde durmaz olup, sadece sayılarıyla ilgilenir olmuşlardır. Bunun da nedeni açıkça bellidir : Yeni buluşların yapılamadığı bir ülkede yaşıyoruz. Bu koşullarda bunca Üniversiteteye nasıl yeterli sayıda öğretim üyesi bulunabilir?…
Oysa gerçek bir buluşu içeren tek bir makalenin bile istenen unvanı almaya yetmesi gerekir. Ölçü bu olmalıdır.
Böylece birçok, bilimden uzak, hele özgünlükle hiç ilgisi olmayan yayınlar ortaya çıkıp gerekli unvanları almaya yetmiştir. Bizce buna bir yerde “dur” demek gerekir. Çünkü, örnekse doçentlik tezi olarak “Akciğer Kist Hidatiği” konusunun işlendiği, bunun da sınav jürisince kabul edildiğine tanık olunmuştur.
[**] Bu standart şu iki makaleye dayanılarak gündeme getirilmiştir. Endüstriyel istatistiği ilgilendiren bir konudur :
Gerald J. Hahn American Statistician (1989,May) “Statistics-Aided Manufacturing: A Look Into the Future” . 1989, vol. 43, no. 2, p. 74:
Tom Peters Fast Company (1999, May 1) “The Wow Project” no. 24, p. 116: