
“Güzel soru, ilmin yarısıdır”
Hadis-i Şerif
Önemli günlerde geldiği kabul edilen bazı ayetler yazılmakla birlikte, Kur’an peygamberin sağlığında yazılı hale getirilmemiştir.
İslam’a göre Kur’an, Hz. Muhammed’in döneminde, vahiy meleği ile nebinin kendisinin birbirlerine karşılıklı okumaları, sonra da sahabilerin ezberlemesiyle korunmuştur. Ancak Hz. Muhammed‘in sağlığı boyunca süren vahyin bütün bir kitapta toplanmasına olanak yoktu. Çünkü vahyin Hz. Muhammed‘in ölümüne kadar devam ettiği bilinmektedir. Hz. Muhammed‘in vefatından iki gün öncesine kadar devam eden vahiy O’nun vefatıyla son buldu. Böylece Kur’an inen son âyetle tamamlanmış oldu.
Kur’an sureleri bazen bir bütün olarak bazen de bölümler halinde geldi. Bazı sûreleri Mekke’de gelmesi dolayısıyla “Mekkî”, bazıları Medine’de indirildiklerinden “Medenî” diye nitelendirilmiştir.
Hz. Muhammed‘in vefatını izleyen Yemâme savaşlarında 70 kadar hafızın ölmesi, müslümanları telâşa düşürmüştü. Ashabdan Ömer de hafızların toplanması için dönemin halifesi Ebu Bekir’e başvurarak konunun görüşülmesini istemişti. Bunun üzerine Ebu Bekir, Zeyd bin Sâbit başkanlığında toplanan Abdullah bin Zübeyr, Sa’d bin Ebi Vakkas, Abdurrahman bin Haris bin Hişam’ın da bulunduğu büyük bir komisyon tarafından Kur’an sahifeleri bir araya getirildiği savunulur.
Üçüncü halife Osman zamanında hafız, aynı zamanda vahiy başkatibi olan Zeyd bin Sâbit, elinde yazılı Kur’ân metni olan herkesin bu metinleri getirmesini, getirirken de ellerindeki metinlerin Hz. Muhammed‘din kendisinden duyduklarını kanıtlayan iki güvenilir tanık gösterilmesi istendi. Osman toplanan bu kurula “Zeyd ile imlada anlaşamazsanız, Kureyş’e göre yazın” emrini verdi. Zeyd bin Sâbitin katkılarıyla ortaya koyduğu bu aslî nüshaya “İmam Mushaf” adı verilmiştir. Abdullah bin Mesûd‘un önerisiyle iki kapak arasında “İmam Mushaf” üzerinde yapılan danışma ile görüşmeler sonucunda bunun üzerinde her hangi bir noksanlık görülmemiş, güvenirliği konusunda oy birliği sağlanmıştır. Böylece Kur’ân her hangi bir değiştirmeye uğramadan “Mushaf” haline getirilerek aynı mushaftan çoğaltılan mushafların ana kaynağını oluşturmuştur.
Ömer döneminde Kur’ân öğretimine hız verildi. Gerek Medine’de gerekse sınırları günden güne genişleyen İslam Devleti’nin öteki merkezlerinde en sağlıklı kaynak olan hâfiz sahabelerin öğretmenliği ile gözetmenliğinde pek çok hâfız yetiştirilmiştir.
Zamanla fetihlerin hız kazanması, yeni fethedilen yerlerde ortaya çıkan kavim ile kabilelerin müslüman oluşu farklı şive ya da lehçelere göre okuyuş ayrılıklarını ortaya çıkarmıştır. Bu durum M.648′de Ermenistan ile Azerbaycan fethinde Şamlı ile Iraklı askerlerin yan yana gelmesylei farklı okuyuşların su yüzüne çıkmasını sağladı. Bu tartışma ortamının daha fazla büyümesine engel olmak için Huzeyfe bin Yemân, Halife Osman‘a başvurarak bu durumun düzeltilmesini, anlaşmazlığın ortadan kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Halife Osman, Hz. Muhammed‘in öteki ashabına da danışarak, İslâm dünyasında yalnızca Ebu Bekr‘in emriyle derlenmiş olan onaylı Kur’ân mushaflarının kullanılmasını, bir başka lehçe yahut ağız ile yazılmış tüm öteki nüshaların kullanılmasının yasaklanmasını kararlaştırdı. Osman, bir önlem olarak da gelecekte herhangi bir kargaşa ya da yanlış anlamaya meydan vermemek için başka tüm yazılı nesneleri yaktırarak ortadan kaldırma yoluna gitti. Ebû Bekir zamanında yazılan İmam Mushaf, Ömer‘in ölümünden sonra kızı ile Hz. Muhammed‘in hanımlarından olan Hafsa‘ya geçmişti. Osman döneminde çoğaltılan mushafların yedi nüsha olduğu söylenir. Bunlar Medine, Mekke, Şam, Kûfe ile Basra’ya gönderilerek müslümanlar arasında çıkabilecek farklı okuyuşlar önlenmiş oldu. Hatta Hz.Ali‘nin Osman için “Eğer Osman Kur’ân’ın tek kitap halinde toplatılarak çoğaltılması işini yapmasaydı ben yapardım” dediği ileri sürülür .
Osman tarafından değişik vilâyet merkezlerine gönderilen nüshalar asırların geçmesiyle kayboldu. Günümüzde halen onlardan bir tanesi İstanbul Topkapı Müzesi’nde; bir öteki tam olmayan nüshası Taşkent’te bulunmaktadır. Çarlık Rus hükümeti onun faksimile ile reprodüksiyonunu (fotoğraf veya fotokopi ile tam kopyasını) yayınlamıştır.
Kur’an Muhammed’in sağlığında yazılı hale getirilmemiş, hıfz yolu ile muhafaza edilmiştir dedik. Hıfz yoluyla aktarım ile aktarılanların doğruluğu konusunda İslam bilginleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu ilke gereğince Ebu Bekir‘in halifeliği sırasında Kur’an toplanırken tevatür derecesinde olan, Abdullah b. Mesud‘un kendisinin daha iyi anlaması için açıklayıcı olarak koyduğu bazı söylemler komisyonca metne eklenmemiştir. Örneğin “Bunları yapma imkânını bulamayan kimsenin üç gün oruç tutması gerekir.” (Maide, 5/89) âyetinin devamındaki “mütetâbiat” (peşpeşe) sözcüğü Kur’an’a eklenmemiştir. Yine Abdullah b. Mes’ud‘un annelerin nafakası ile ilgili: “Mirasçı da (yukarıda) belirtildiği biçimde (nafaka ile) yükümlüdür.” (Bakara, 2/233) âyetindeki mirasçı hakkında “zi’r-rahimil-mahrem” (evlenilmesi yasak olan yakın hısımlardan olan) biçiminde ek taşıyan kıraati de Kur’an’dan sayılmaz.
Tevâtür derecesinde olan bu gibi kıraatlerin hukukçular için kanıt olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hanefilere göre, bu kıraat biçmlerini nakleden sahabe bunu ya Hz.Muhammed‘den işitmiştir ya da kendi görüşü ile ictihadı olarak söylemiştir. Hanefîler yemin kefâreti olarak tutulacak orucun peş peşe üç gün tutulmasını gerekli görürler. Şafii, Maliki ile Hanbelilere göre ise, mütevatir olmayan kıraatler ne Kur’ân, ne de sünnet sayılmayarak, hüküm çıkarmada kanıt olarak da kullanılamaz.
İslam’a göre Kur’ân yalnız Araplar için değil, yeryüzündeki tüm insanları doğru yola iletmek için gelmiştir: “Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ, 21/107). Bu özelliği Kur’ân’ın i’caz yönlerinin de evrensel olmasını gerektirir,
[Kaynak : Wikipedia]