
“Hak, yenir ama hazmedilmez.”
YUNAN ATASÖZÜ
Ortaçağ Avrupa’sında, toprağı ile üzerinde yaşayan köylüleri bir kişinin malı sayan rejime derebeylik. bu sisteme de feodalizm denirdi (yukarda görülen şema).
Avrupa’da 9. yüzyıldan ortaçağın sonuna kadar sürmüş olan ekonomik ile siyasi sistem. Devletli toplumlarda asker şeflerin toprağı paylaşarak ilkel köleyi toprak kölesine (serf) dönüştürerek oluşturdukları düzendir. Toprak kölesi, efendisi için çalıştığı sürenin içinde ya da işlediği toprakta boğazı tokluğuna çalışmaktadır. Eğer kişi çalıştığı toprağın küçük bir parçasını kendisi için işleyebiliyorsa buna köle değil serf denir (köle bir maldır). Bu düzen Osmanlı’da derebeylik biçiminde görülür; derebeyler feodal beyler gibi şatolaşamamıştır.
Bizde serfler (ya da marabalar), köle durumunda olan köylülerdir. Topraklarla birlikte alınıp satılmışlardır.
Ne yazık ki, 21. yüzyılı yaşadığımız şu günlerde bile, Avrupada orta çağda,9. yüzyıl ile 15. yüzyıl arasında hüküm sürmüş olup sonradan ortadan kalkmış olan, feodal yapı yurdumuzun bir bölümünde, Doğu ile Güneydoğu Anadoluda hala yaşam biçimi olarak sürüp gitmektedir…
Yirmibirinci yüzyılı yaşamakta olan Atatürk Türkiyesi için, böylesi bir orta çağ yaşantısını sürdürmek büyük yüz-karasıdır.
Osmanlı İmparatorluğundan miras olarak devralınmış olan feodal yapıyı ortadan kaldırmak için, bu güne kadar iki kişi gerçekleri yadsımadan girişimde bulundu. Bunlardan ilki Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk‘tü. Ama bunu yapmaya ömrü yetmedi. İkincisi Başbakan Bülent Ecevit idi. Onun da, düşündüğü toprak reformunu yapmaya siyasal gücü yetmedi (*).
Bunun dışında gelmiş geçmiş bütün siyasiler, bu iş için parmak kımıldatmak şöyle dursun, var olan feodal yapıdan kıvanç duyup, onu körükleyip yüreklendirdiler.
Bunun tek nedeni oy avcılığı çabasıydı.
Bu yüzden, 1946 yılında ağalarla yaptıkları pazarlıklar sonucu Köy Enstitülerini bile yok ettiler.
Seçimle gelmiş her TCBMM içinde pek çok aşiret ağası ile onun çevresinde bulunan kişi Milletvekili olarak bulunmuştur. Son TCBMM nin de yapısı böyledir. Bu durumda, doğal olarak onaylarsınız ki Türkiyede feodal yapıyı ortadan kaldırma olanağı pek yoktur.
Ne var ki, devletin ana yapısı içinde, ondan ayrı olarak bir başkanı (aşiret ağası) olan, devletinkinden ayrı yasaları (töre) bulunan, silahlandırılmış adamları olan, devletin millet meclisindan ayrı olarak töreleri uygulamada kararlar alıp uygulayan meclisi (aşiret aile meclisi ya da aşiretler arası meclis) bulunan bazı geniş topluluklar varsa, böyle bir yapıda “Üniter Devlet” ten söz edebilme olanağı da yoktur!…
Aşiretler, devletten ayrı olarak, yalnızca para basma işlemini gerçekleştirmiyorlar!… Ama gerekse idi onu da yaparlardı. Demek bunu gerekli görmüyorlar!…
“Her suç işleyenin ulusun bütünlüğüne karşı tehlike oluşturduğu” düşücesinden yola çıkılırsa, aşiret ağları ile onlara çanak tutanların bu ulusun bütünlüğü için ne denli tehlike oluşturmakta olduklarına karar verme okuyucuya düşer.
Geçtiğimiz günlerde televizyonlardan birinin haber programında canlı yayına çıkan bir “Hanım-ağa”, Elindeki toprakların sülalesinden kendine kalmış, alın teri harcanarak elde rdilmiş mülk olduğunu söyleyip, ekledi “Eğer bizlerin elindeki topraklar bir toprak reformuyla üzerinde yaşayan köylüler arasında üleştirlecek ise, neden kentlerde yaşayan zenginlerin birikimleri de fakirlere dağıtılmıyor?…”
Burada yürütülen mantık doğru gibi görünüyor!… Çünkü hanım-ağa topraktan, demek ki bir maldan söz ediyor. Bu konuşmasında o toprak üzerinde yaşayan insanlara hiç değinmedi.
Ama bir insanın mülkünün elinden alınmasına T.C. Anayasası ile yürürlükte olan öteki bazı yasalar da elvermez.
Bu bilginin ışığında acaba Türkiyedeki feodal sisteme son vermenin yolları neler olabilir?…
Aşiret ağalarının iki türlü kapitalleri (sermayeleri) vardır :
1 – Ellerindeki çok geniş topraklar.
2 – Bu topraklar üzerinde yaşayan, ağaya bağımlı olarak hiç bir koşul ile bağı olmaksızın onun çıkarı için üretim yapan köylüler (marabalar)
Bu durumda feodal sistemden kurtulmak için yapılabilecekler olarak şunlar akla geliyor :
● Önce madem ki bir toprak reformuna gitmekte zorlanılıyor. O zaman ağaların elindeki dede mirası dedikleri geniş toprakları kendilerine bırakmak akla daha yakındır.
Ama bu günkü günde hiç kimse “insanlar benim malımdır” diyerek onları esir gibi kullanamayacağı gibi, insanların kendisine dedelerinden, bir mal gibi, miras kaldığı savında da bulunamaz. Böyle bir savı onaylama olanağı yoktur. Çünkü insan toprak gibi bir mal değildir!…
O halde ağanın marabaları denen halk kitlesinin, ağa ile, aşiretle ilgisi kesilmelidir. Çünkü bu insanlar “mal” değildir.
Bu nasıl yapılabilir?…
Bu görev devlete düşer. Aşiretlerin hüküm sürdüğü alanda bulunan 2 ya da 3 milyon aile reisine aşiret dışında iş bulma problemidir bu… Böylelikle maraba dediğimiz kişiler ile onların aileleri ağaya değil de devlete hizmet eder duruma getirilecektir. Ağa da, dede mirası dediği uçsuz bucaksız topraklarıyla başbaşa kalacaktır.
Eldeki toprakları işleyecek maraba sınıfı ortadan kalkınca fiili olarak ağalık, demek ki feodal sistem de yok olacağından, Türkiyemiz yaşamakta olduğu Orta Çağ düzeninden çıkacaktır.
Yapılan işlem hukuka aykırı olmadığından ağaların karşı koymaları boşa gidecektir.
Ancak bu kadar adama iş alanı açmak çok zor bir iştir derseniz!…
Biz de devletin bu güçlüğü aşma zorunluğu olduğunu söyleriz!…
● İkinci olarak ivedilikle Köy Enstitülerinin ilk açıldıkları kimlikleriyle tekrar göreve başlatılmaları gerekir (**).
Çünkü anımsarsanız, Köy Enstitüleri Aşiret ağalarının istemiyle, oy karşılığı, 1946 -1955 yılları arasında, köreltilip kapatılmıştı. Demek ki Aşiret reisleri Köy Enstitülerini yaşamakta oldukları feodal sisteme bir tehdit gibi görüyorlardı. Onlar, kendileri açısından bu denli bir uzgörü (vizyon) sahibiyken, devleti yönetenler ne yazık ki bir adım önlerini göremeyip oy uğruna Köy Enstitülerini körelttiler.
Köy Enstitüleri kısa ömürleri boyunca Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran ile Dursun Akçam gibi önde gelen yazarlar ile düşünürleri yetiştirdi. Yolunu sürdürme olanağı verilseydi başka aydınların da köylerden çıkmasına, dahası bütün köyler halkının aydınlanıp kulluktan vatandaşlığa geçmesine neden olacaktı.
İşte aşiret ağalarının korkup harekete geçmelerinin nedeni bu olmuştu (***).
Karşılarında da yolu oydan geçen, yurdunu hiç düşünmeyen, başlıca kaygısı kendi çıkarları olan politikacılar vardı. Ağalar oy sağlama güvencesi verip Köy Enstitülerini yok ettirdikten sonra güvencesini verdikleri oyları da sağlamadılar. Alık politikacılar yaptıkları büyük hatayı belki sonradan anladılar. Ama iş işten geçmişti.
Aşiret ağaları gene karşı çıkacaklardır, ama Köy Enstitülerinin yeniden ilk açıkdıkları günkü etkinliklerini koruyarak yeniden yaşama döndürülmesi Feodal Yapıdan kurtulmanın başlıca yollarından biridir. Üstelik devlet için büyük bir güçlük te getirmemektedir. Bütün iş niyet etmeye bağlıdır!…
Köylü (marabalar) uyanırsa aşiret ağalarını seçip TCBMM de göndermeyecektir.
——————————————————
(*) SINIRIMA DOKUNMA
Tayfun Özkaya
Türkiye-Suriye sınırındaki mayınlı alanlar önce temizlettirilecek ve aynı şirket veya gruba 49 yıllığına organik tarım yapmak üzere bırakılacakmış. Birazcık tarih bilen herkes bu kadar uzun süreli bir toprağın verilmesinin ne kadar ağır sonuçlar oluşturduğunu bilir. Bilmeyenler Osmanlı tarihini okusun. Ben olayın tarımla ilgili yönlerini ele alacağım. İsterseniz önce bu ihaleyi yapacak olan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek neler söylemiş gazeteden okuyalım:
“Şimşek, söz konusu arazilerin mayından temizlendikten sonra neden yöre halkına tarım amaçlı dağıtılmadığı yönündeki eleştirilere de ‘Bundan önce toprak reformu çerçevesinde, bu türden dağıtımlar yapıldı. Ama tarım alanlarının verimli kullanılması anlamında optimal bir ölçeğe hiçbir dönemde ulaşılamadı. Tarımın da en büyük sorunlardan biri ölçeğin küçük olması’ karşılığını verdi.”
Bir kere Türkiye’de hiçbir zaman köklü bir toprak reformu yapılmamıştır. 1945 Toprak Reformu kanunu toprak ağalarının muhalefeti ile karşılaşmıştır. 1950’de işbaşına gelen Demokrat Parti aslında reforma muhalefet eden toprak ağalarının girişimi ile kurulmuştu. Toprak reformu kanununa bağlı olarak dağıtılan arazinin yüzde 96,6′sı hazine arazisi, sadece yüzde 0,5′i şahıslardan kamulaştırılan araziydi. Yasanın öngördüğü kuruluş ve işletme sermayesi sağlama, canlı ve cansız demirbaş verme hükümleri göz ardı edildi. Bu yüzden kendilerine toprak verilenlerin büyük çoğunluğu verimli aile işletmeleri kuramadılar. ( Saim Kendir , Toprak Reformu Kongresi, 2005, TMMOB)
Sonraki çabayı 1973’de görüyoruz. 19 Temmuz 1973 ‘de ”Toprak ve Tarım Reformu Kanunu” yürürlüğe konuldu. Sadece bir il, Şanlıurfa ilk uygulama bölgesi olarak ilan edildi. 75 bin aile toprak edinmek için başvurmuştu. Toprak dağıtımı ve topraklandırılanların örgütlenmesi ve desteklenmesi için tüm hazırlıklar yapılıyordu.
CHP-MSP koalisyonu, Kıbrıs harekâtından sonra iktidarı terk etti. Nisan 1975′de Adalet Partisi-Milli Selamet Partisi- Milliyetçi Hareket Partisi (1.MC) koalisyonu iktidarı devraldı. Yasayı amaçları doğrultusunda etkin bir biçimde uygulayan teknisyenler saf dışı edildi. Yasa yürürlükte idi, kamulaştırmayı durdurmak olmazdı; ancak yavaşlatılabilirdi. Yavaşlatıldı. Göstermelik ufak dağıtımlarla sadece 1218 aileye toprak verildi. DSİ’nin açtığı kuyular için satın alınan pompalar bağlanmadı, sulama yapılmadı, traktörler ve tarım makineleri çürümeye terk edildi, kooperatifleri desteklemek için oluşturulan fonlar siyasi amaçlarla kullanılmaya başladı. ( Saim Kendir aynı yayın)
Görülüyor ki Maliye Bakanımızın sözünü ettiği reformlar sürekli torpillenmiştir. Çok az sayıda çiftçiye toprak dağıtılmış ve bunlar da hiçbir şekilde desteklenmemiştir. 1973’lerde Şanlıurfa’da bir araştırma için bulunuyorduk. Köyleri ikiye ayırıyorlardı. Ağa köyleri ve köylü köyleri. Köylü köylerinde daha önceki reformda yetersiz de olsa toprak alan köylüler yaşıyordu. Ağaların boğucu baskısına rağmen arazilerini koruyabilmişlerdi.
Optimum işletme genişliği denilen ise neoliberal saplantılarla kötüye kullanılan bir kavrama dönüşmüştür. Eğer bu mayınlı arazi tek bir firmaya verilecekse 306 000 dekarlık bu arazide Güneydoğu Anadolu’nun en büyük ağası yaratılacaktır. Bu mudur optimum işletme?
Türkiye’de ve dünya’da köylü işletmelerin ortadan kaldırılmaları için gerekçe ölçek ekonomilerine dayandırılmaktadır. Bu ölçek fetişizminin gerçeklerle ilişkisi çok zayıftır. Köylü işletmeleri hem daha yoğun emek kullanırlar hem de yoğun emek gerektiren sebze, meyve gibi ürünleri ve hayvancılığı seçerler. Bu nedenle köylü işletmelerinde alan verimliliği daha yüksektir. Ancak emek verimliliği böyle olmayabilir. Küçük işletmelerin ölçek sorunu, daha üst aşamalarda girişimlerin, kamu yatırım ve hizmetlerinin ve kooperatiflerin yardımıyla aşılabilmektedir. Örneğin eğer makineler kiralanarak kullanılabilirse veya makine parkları geliştirilebilirse, devlet sulama kanalları ve diğer tarım hizmetlerini iyi götürebilirse ve kooperatifler iyi örgütlenebilirse köylü işletmelerinin pekâlâ verimli çalışması mümkündür. İsrail’de gördüğüm bir moşav kooperatifinin bulunduğu köyde öğretmene ait küçük bir kümeste kooperatifin desteği ile aynı kaliteli yemler kooperatif tarafından kümese getiriliyor ve yemliklere dolduruluyor, yumurtalar kooperatif tarafından alınıp, ihraç ediliyordu. Bu küçük kümeste teknoloji ve verimlilik diğer büyük kümeslerle aynı idi. Öğretmen kooperatifin girdi, pazarlama ve teknolojik gelişmede sağladığı destek ile kümesin işlerini kolaylıkla ve yüksek verimlilikle yapabilmekte idi. Kapitalist işletmecilere göre köylülerin bir avantajı da yaşadıkları yere sadece maksimum kâr sağlanacak yerler olarak bakmamalarıdır. Köylüler çevrenin koruyucusu olmaya daha çok eğilimlidirler.
Bu arazilerin tümünde organik tarım yapılamayacaktır. Hem Güneyden Süriye sınırında hem de mayınlı alanın hemen kuzeyinde ilaç ve gübreye dayalı endüstriyel tarım yapılmaktadır ve mayınlı alan bazı yerlerde çok daralmaktadır. Gerekli tampon bölge birçok noktada bulunamayacaktır. Bu arazileri işletmek üzere alacak şirketin büyük bir işletme kuracağını da zannetmiyoruz. Modern marabalar edinmek isteyecektir.
Hâlbuki bu topraklarda en az 35–40 bin yoksul köylü geçinebilir.
Topraksız veya az topraklı Türkler, Kürtler, Araplar, Süryaniler hadi bu defa birleşin ve toprak edinme hakkınızı savunun, yabancı şirketlere bu toprakları kaptırmayın. Yoksa yeni bir ağanız olacak.
Konuyla ilgili ikinci makale :
Güngör Uras
Mayınları temizleyenler topraklarımıza 44 yıllığına sahip olacak
21 Mayıs Perşembe 2009
Kaçakçılığı önlemek için 1954 yılında Suriye sınırına mayın döşenmiş. Köylünün sahip olduğu topraklar kamulaştırılmış. Açık anlatımıyla, toprak köylünün elinden alınarak mayınlanmış.
Şimdi hükümet, sınır boyundaki mayınları temizleyene, bu toprakları 44 yıllığına vermek için kanun çıkarıyor.
Türkiye’de bu işi TSK’dan (Türk Silahlı Kuvvetleri) başka yapabilecek olan yok. Daha önce iki defa açılan (sonuçlanamayan) ihalede olduğu gibi, bu amaçla açılacak yeni ihaleye de sadece yabancı (büyük olasılıkla bu işin uzmanı İsrail) firmaları katılacak.
İhaleyi kazanan yabancılar (eğer 44 yıl sonra çıkmayı kabul ederlerse) 44 yıllığına toprağa sahip olacak. O toprağı istediği gibi kullanacak. (Avrupa’da ülke sınırları arasında küçük topraklarda kurulmuş küçük devletler var. İster misiniz bizim mayın ihalesini kazananlar da Suriye ve Türkiye sınırı arasındaki topraklarda bağımsızlıklarını ilan etsinler!)
Bu işin uzmanı TSK
Şimdi tartışılan sorunlar şunlar:
- Bu araziyi mayınlayan TSK. Arazinin neresine ne mayın döşendiğini gösteren haritaya sahip olan TSK. Dünyanın 55 ülkesinde, ülkeye döşedikleri mayınları temizleyen o ülkelerin kendi silahlı kuvvetleri. İyi de bizde neden TSK mayınları temizlemiyor?
- 2001 yılında hükümetin mayınları temizleme görevini Genelkurmay’a verdiği, Genelkurmay’ın ise temizlik giderleri için hükümetten 35 milyon dolar talep ettiği belirtiliyor. NATO’nun Namsa isimli uzmanlık bölümünün Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesinin 50 milyon dolar harcama gerektirdiğini hesapladığı söyleniyor.
- Hükümetin TSK’ya 50 milyon dolar tahsisat verecek yerde, mayın temizleme işini yabancılara ihale etmek istediği ileri sürülüyor. Bu gerekçeye karşı ise Onur Öymen (TBMM’de 13 Mayıs 2009’da yaptığı konuşmada), ”Başbakanına uçak almak için 60 milyon doları bulabilen ülkemiz, kendi döşediği mayınları temizlemesi için TSK’ya verecek 50 milyon doları nasıl bulamaz?” diyerek sorgu sual açıyor.
- Mayınlı arazinin büyüklüğü konusunda da farklı söylentiler var. Ama anlaşılan şu ki çok geniş bir toprak söz konusu. Sınır boyu, 510 km uzunluğunda (genişliği tartışmalı) toprak mayınlanmış. MÜSİAD’çılar, Kıbrıs büyüklüğünde, 3.5 milyon dönümden söz ediyor. TBMM’deki tartışmalarda sınır boyunda mayından temizlenecek arazinin 216 bin dönüm olduğu belirtiliyor.
Topraklar köylünün toprağı
- Onur Öymen’in bir uyarısı daha var. Suriye sınırındaki mayınları temizleyen yabancılara bu toprakları 44 yıllığına vereceğiz… İyi de ülkenin başka yerlerindeki mayınlarını ne yapacağız? Bunları kim temizleyecek? Açıklamalara göre, Suriye sınırındaki topraklarda 615.419 adet mayın var. Ama Türkiye topraklarının bütününde temizlenecek mayın sayısı 921.080 adet. Kalan 305.661 mayını kim temizleyecek?
- Mayın temizleme ihalesine katılabilecek yabancı firmalar, bu işte uzmanlaşmış firmalar olacak. Toprakları mayından temizleyecek bu firmalar temizlikten sonra toprakları kendileri işleyemeyeceğine göre ne yapacaklar? Kimlere, nasıl kullandıracaklar?
Bizim kamulaştırma etiğimize göre, kamulaştırmayı gerektiren nedenler ortadan kalktığında gayrimenkul eski sahibine (kamulaştırmada ödenen bedel tahsil edilerek) iade edilir. Suriye sınırındaki toprakların kamulaştırılma nedeni ortadan kalktığına göre, eski sahiplerine, (kamulaştırılırken ödenen paraların tahsili şartıyla) iadesi gerekir.
(**) Köy Enstitülerinin bu konudaki önemini belirten Özdemir İncenin bir makalesinden kısa bir bölümü aşağıda veriyorum :

(***)
Köy Enstitüleri neden kapatildi sorusuna ,Dönemin CHP Milletvekili ve Aynı zamanda toprak ağası olan Kinyas Kartal’dan yıllar sonra şu açıklama gelmişti:
“Köy Enstitüleri kesinlikle komünist uygulama değildi. Doğuda en yüksek eğitim gören insan benim. Köy Enstitüleri, bizim devlet üzerindeki gücümüzü kaldırmaya yönelikti. Bunu içimize sindiremedik. Benim Van yöresinde 258 köyüm var. Bunlar devletten çok bana bağlıdırlar. Ben ne dersem onu yaparlar. Ama köylere öğretmenler gidince benim gücümden başka güçler olduğunu öğrendiler. DP ile pazarlığa girdik, kapattık.”