“Ben gelecek için hiç bir endişe duymadım. O yeterince hızlı geliyor.”
Albert EINSTEIN
Dünyada açık-kalb cerrahisinin gelişimi iki yönden incelenebilir. Bunlardan biri extracorporeal circulation (vücutdışı dolaşım ) , öteki ise kalb cerrahisinin kendisinin zaman boyunca geçirdiği değişikliklerdir. Doğal olarak bunlara anestezinin gelişimi de eklenebilir.
Ne var ki, kalb ile büyük damarlar üzerinde yapılması istenen ameliyatlar için bu organların içlerinin açılması gerektiğinden, bu işlem için bunları devre dışı birakacak bir düzeneğe gereksinme duyulduğundan, extracorporeal circulation öne çıkma zorunda kalmıştır.Hangisi olursa olsun bunlardan birinin daha önemli olması söz konusu değildir. Zira hepsi birbirine bağlı olduğu için, biri olmadan diğerinin var olması düşünülemez.
Bilindiği kadarıyla dünyada ilk cerrahi girişim, fosillerin incelenmesinden anlaşıldığı gibi, neolitik çağda (yaklaşık İ.Ö. 10000-6000) kafatası trepanasyonlarıyla başladı. Bu gün kalb cerrahisinin ulaşmış olduğu düşük ölüm oranı (% 3 dolaylarında), eski Mısır, Sümer, eski Yunan, Roma ile öteki Akdeniz kültürlerine bağlı olarak gelişen tıbbın yaklaşık 5000 yıllık bir birikiminin sonucudur.
Bundan çok sonrasında olmakla birlikte bu günümüze göre, extracorporeal Circulation’ un, dolaylı olarak açık-kalb cerrahisi düşüncesinin başlangıcı gene de, görece olarak, oldukça eski tarihlere kadar gider. Gerçekleştirilen ilk başarılı vücut dışı dolaşım girişimi 1953 yılında yapılmasına karşın, bu konulardaki düşünce ile çalışmalar 1811 yılında başlamıştır. Aradan geçen bu 142 yıl boyunca çeşitli araştırıcılar değişik fikirler üreterek bunları birer birer eylem alanına getirdiler. Bir bölümü başarısız olan bu çalışmaların her biri bu alanın önemli köşe taşlarıdır. Bunların incelenmesi hem heyecanlı, hem de faydalı olacaktır. Çünkü açık-kab cerrahisinin bu gün vardığı görkemli nokta eskilerin bu çalışmaları üzerine kurulmuştur.
Extracorporeal Circulation ‘ nun yapılabilirliğini ilk kez düşünen, ortaya atan 1811 yılında Julien-Jean Cesar LeGallois isimli Fransız hekimidir . LeGallois kalbin yerini bir pompanın alabileceğini öne sürdü. Bu lokal olarak bir organın (vücuttan ayrılmış bir başın) perfüzyonu için kullanılacaktı. Ancak yapılan deneyler başarılı olamadı. Başarısızlığın nedeni büyük bir olasılıkla o sırada henüz heparin’ nin keşfedilmemış olmasıdır. Uygulanan yapay dolaşıma heparin konamadığı için sistem içinde dolaşan kan pıhtılaşmış, sistem kilitlenmiş olabilir.
Fikrin ortaya atıldığı yıl göz önüne alınırsa düşüncenin ne kadar cesurca, ne kadar parlak olduğu hemen anlaşılır. Zira ondan çok sonra 1800 lerin sonlarına doğru çok başarılı bir Avusturyalı cerrah olan Christian Theodor Billroth, 1881 yılinda Vienna Medical Society’ de verdiği bir konferansta “Kalb üzerinde ameliyat yapmaya kalkışan biri, meslekdaşlarının saygısını kaybetmelidir” diyebilmiştir.. Daha çok sonra, LeGallois‘ in yukarda belirtilen bu fikrini, gene kendi vatandaşı olan Alexis Carrel hayata geçirdi.
İki Alman, Ludwig ile Schimidt,1869 da vücut dışında kanı oksijenlendirmeye çalıştılar. Fakat bunun için kurdukları düzeneğe, bu günkü anlayışımıza göre, bir yapay akciğer (oxygenator ) denemezdi. Kanı vücut dışında oksijenle temas ettirip oksijenlendirmek istediler. Bilindiği gibi venöz kanın arteryelize edilmesi, onun sadece oksijenlendirilmesi değil fakat kandaki karbondioksidin de dışarı alınması demektir. Bu işlem yapılırken kanın oksijen, karbondioksit düzeylerini kontrol altında tutabilmeniz gerekir. Yapay akciğerin görevi bu olmalı, bunu belli bir akım hızında (flow rate ) yapabilmelidir.
Bundan onüç yıl sonra, 1882 yılında, Von Schreader ilk işe yarar bir yapay akciğer olan buble oxygenator” un bir prototipini geliştirdi. Bunu bir balon şişedeki kanın içinden oksijen geçirerek sağladı.
Oksijenator’ lar üç tipe ayrılır: buble oxygenatorlar ,film oxygenatorlar, membrane oxygenatorlar. Bunlara bir de sünger (sponge) oxygenatorları eklemek gerekir. Bu sonuncular buble oxygenator fikrinden gelişmiştir. Buble oxygenator bir kan sütunu içinden oksijen gazı geçirilerek çalışır. Kan içinden oksijen geçerken irili ufaklı habbeler (bubles) oluşturur. Bu da kanın oksijenlenip içindeki karbondioksidin fazlasının dışarı bırakılmasını sağlar. Gazın hızını arttırmak CO2 nin daha fazla dışarı çıkmasıyla sonlanır. oksijenlenmeyi arttırmaz. Ne var ki bu buluşun yapıldığı sırada daha heparin keşfedilmemişti. Bu yüzden yapılan deneylerde yapay yüzeylerden geçen kan hemen pıhtılaşıyordu. Esaslı bir köşetaşıydı, fakat henüz açık-kalb cerrahisi yönünden uygulamaya elverişli değildi.
Von Frey ile Max Von Gruber, 1885 te, bir film oxygenator ile izole edilmiş organları perfüze edebilecek bir düzeneği tanımlayıp gösterdiler. Bu, bugünkü perfüzyon sistemlerine çok yakın bir düzenlemeydi. Film oxygenator yanında bir de kalb pompasını içeriyordu. Bu film oksigenator dönen bir silindirin iç yüzeyine kanın yayılmasıyla elde edilmişti. Film oxygenator, kanın ince bir kat olarak (film ) yayıldığı düzlemler üzerinden oksijen gazı geçirilerek elde edilir. Burada da bubles oxygenator daki ilkeler geçerlidir.
Bu noktaya kadar perfüzyon konusunda bazı yeni ekipmanlar bulunmuş, deney alanında uygulamaya konulmuştu, ama vücut dışına alınan kan yapay yuzeylere temas edince hızla pıhtılaşıp deneyleri başarısız kılıyordu. Damarlar dışında yapay yüzeyler üzerinde kanın pıhtılaşmasını önleyecek bir buluşa gereksinim vardı. Adı geçen bu buluş 1916 da Jay McLean tarfından heparin’nin keşfiyle gerçekleşti. Bu etkin madde uzun süre yapay ortamlarda pıhtılaşmadan kanın dolaşmasını sağlayabiiyordu. William Henry Howell, 1918 de pıhtılaşma (coagulation ) zamanını ölçmeyi başardı.
Hooker, 1910 da, inişlı çıkışlı olan nabız basıncının, perfüzyonda gerekli başlıca etmen oldugunu düşünmekteydi. Bu düşünce ilerde vücutdışı dolaşımda akimın pulsatil mi, yoksa sürekli (continous) mi olmasının gereği üzerinde tartışma başlatmıştır.
Prof. S.S. Brukhonenko ile S. Tchetchuline,1929 da, Rusyada, bir deney hayvanından çıkartılmış akciğeri oksigenator olarak kullanıp bir makina yaptılar. Bunun iki de kalb pompası vardı. Bu makinayla önce izole edilmiş organları perfüze ettikten sonra bütün bir hayvanın perfüzyonu için de kullandılar.
Dale ile Schuster, 1928 de, National Institute for Medical Research Hempstead, Ingiltere’de çalıştıkları sırada tüm vücut perfüzyonu için ikili perfüzyon pompası geliştirdiler ki, bu sonradan Dr. J.H. Gibbon,jr. un ilk kalb pompası prototipinde kullanılmıştır
Michael Ellis DeBakey, 1934 yılında, yapay kalb pompası olarak kullanılabilecek bir roller pump ‘un tasarımını yaptı. Bu pompa şimdi de kalb-akciğer makinalarında yapay kalb (ventricule = karıncık ) olarak kullanılmaktadır. Akıl dolu bir buluştur.
Alexis Carrel, Lyon, Fransa doğumlu, bütün eğitimini orada tamamlamış ama araştırmalarını ABD de Chicago Üniversitesi ile Rockefeller Institute’de yapmış bir Fransız cerrahı, arterlerin uç uca dikilerek anastomoz edilmesini gösteren metodu için 1912 tıp Nobel ödulünü aldı. Carrel, 1910 da Amarican Surgical Association’da, yaptığı karotis arteri ile sol koroner arter arasındaki bypass’ı tebliğ etti. Operasyon hayvanda yapılmış, hayvan yaşamamış, fakat böyle bir bypass’ın yapılabileceği ilk kez gösterilmiş oldu. 1908 de organ nakillerinin yapılabileceği fikrini tarihte ilk kez ileri sürdü. 17 Ocak 1912 de henüz doğmamış civciv embriyosunun.. kalbinden bir kas parçası alarak dizaynını kendi yaptığı pyrex bir şişe içindeki besleyici sıvı içine koydu. Her 48 saatte bir doku iki katı kadar büyüyordu, yeni şişeye alınıyordu. Yirmi yıl sonra doku hala büyümeye devam ediyordu. Organ perfüzyonu çalışmaları Atlantiği tek başına uçakla geçen Charles Lindbergh ilebirlikte yapıldı. Carrel ile Amerikanın halk kahramanı Lindbergh kanı da oksijenlendirebilecek bir pompa sisteminin. tasarımını yaptılar. Buradaki oksijenlendirme sistemi primitiv bir yapay akcığerdi. Böylece ilk kalb-akciğer makinası Rockefeller Institute’te yaşama geçirilmiş oldu. Bu makinayla bir kedinin tiroit bezini 18 gün başarıyla perfüze ettiler. 1Temmuz 1935 te Time Dergisi kapağında iki Araştırmacı ile onların yaptığı perfüzyon makinasının resmi yayınlandı. Ancak bu makina açık-kalb ameliyatlarında kullanılabilecek klinik bir makina değildi. Makinanın mekanik sorunları Lindbergh tarafından çözümlenmiştir.
John Heysham Gibbon,jr ilk kez 1931 de, Massachusetts General Hospital’de ölümle sonlanan bir pulmoner embolektomi ameliyatından sonra, ki bu ameliyatı klinik şefi Dr. Edvard Churchill yapmıştı. Oksjensiz (venöz) kanı alıp oksijenlendirdikten sonra, bunu tekrar arteryel sisteme geri verebilecek bir makina fikrini düşündü. Bu tarihte düşunce düzeyinden öteye henüz gitmemişti.
Sonradan Gibbon,jr 1937 de Archive of Surgery ‘de bir kalb-akciğer makinası prototipi tarif ederek bununla yaptığı hayvan (kediler üzerinde çalışmıştı) deneylerini yayinladı. Araya II. Dünya Savaşı girince Gibbon,jr çalışmalarına ara verdi. Daha sonra 6 Mayıs 1953 te Gibbon, kendi geliştirdiği kalb-akciğer makinasını kullanarak 18 yaşında bir genç kızın atrial septal defect’ ini kapatmayı başardı. Lakin daha sonraki girişimlerinde ilki gibi başarılı olamayınca açık-kalb cerrahisi yapmaktan vazgeçti. İşte bu 1953 yılı, kalb-akciğer makinası kullanılarak yapılan ilk açık-kalb ameliyatının başarıldığı yıldır. Ne var ki Gibbon‘un makinası hantal, kullanılması zor, en önemlisı kan üzerinde yıkıcı etki yapan bir makinaydı. Bir garajda üretilen makinadan daha fazlasını beklemek de doğru olamazdı. Ilk ameliyatından sonraki başarısızlıkları büyük olasılıkla elindeki makinanın bu kusurlarından doğmuştur.
Karlson, 1951 de, bir sellüloz membran oksigenator geliştirdi.
Gibbon, jr un çalışmalarına ara verip bu işe yeniden el attığı sıralarda öteki gruplar, Stokholm’de Clarence Craaford, Hollanda’da J. Jongbloed, Minnesota’da Clarence Dennis, Italya Turino’da Mario Dagliotti, ile arkadaşları, Detroit’te Forrest Dodrill de birer kalb-akciğer makinası üzerinde çalışmalar yapıyorlardı.
Clarence Dennis‘ in ilk açık-kalb olgusu 6 yaşında bir kızdı. 5 Nisan 1951 de ameliyatı yaptı. Bu bir atrial septal defekt olgusuydu. Kullandığı kalb-akciğer makinasını Dennis ile arkadaşları tasarımlamıştı. Hasta yaşamadı. Buna neden kan kaybı ile ameliyatta meydana getirilen triküspit kapağı darlığı olabilir.
Mario Digliotti, Ağustos 1951 de, tasarımını kendi yaptığı kalb-akciğer makinasını massiv bir mediastinum tümörünü çıkarırken hastanın dolaşımını desteklemek için kullandı. Bu İtalyan makinası insanda açık-kalb ameliyatı yapmak için hiç kullanılmamıştır.
Forrest Dodrill ile arkadaşları, General Motors ile birlikte geliştirdikleri bir mekanik kan pompasını 41 yaşında bir hastada, 3 Temmuz 1952 de kullandılar. Makina 50 dakika süreyle sol ventrikül görevini, mitral kapak üzerinde yapılan ameliyat boyunca sürdürdü. Bu ilk başarılı klinik total sol-sol bypass’tır. Bundan sonra Dodrill ile ark. pompalarına bir oksigenator ekleyerek hayvan ameliyatlarında kullandılar.
Daha sonra Dodrill ile ark. 21 Ekim 1952 de, 16 yaşında bir erkek çocuğun doğumsal olan pulmoner darlığını bu makinayı kullanarak, direkt görüş altında pulmoner vavuloplasti yaparak açtılar. Bu da ilk başarılı sağ-sağ kalb bypass’ıydı.
Buraya kadar yapılan inceleden anlaşılacağı gibi kalb-akciğer makinası tasarımı ile onun kliniğe uygulanması konusunda ilk kez başarılı olan cerrah C.H.Gibbon, Jr dur.
V.O. Björk, Döner diskli bir oxygenator’un tanımını yaptı. makalesi 1948 yılında Lancet dergisinde yayınlanmıştır.
Dennis Melrose ile I. Aird, 1953 te, yatayla belli bir açı yapan döner disk ve döner silindirli bir oxygenator’u geliştirdiler. Bunun ilk modeli perpex bir silindirdi.
Açık-kalb cerrahisinin bundan sonraki gelişme aşaması cross circulation oldu. Hastanın kanı, genellikle ebeveyni olan, bir sağlıklı kişi arasında bir pompa aracılığıyla dolaştırılıyordu.
C. Walton Lillehei 1954 te bir yaşındaki bir çocuğun ventricular septal defect ‘ini kapattı. Bu operasyonda çocuğun babasının akciğerleri oxygenator olarak kullanılmıştır. Kan iki gövde arasında bir sigmamotor pompa ile dolaştırıldı. Hemen anlaşılacağı gibi gerçek bir cross circulation yapılmış oluyor. Bu teknik sonradan terkedilmiştir.
William Thornton Mustard, 1955 yılında, ondan bağımsız olarak aynı yıl Campbell, bir “biolojik oxygenator” kullanarak klinik operasyonlar yaptılar. Burada oxygenator olarak tavşan ile maymun akciğerleri kullanılmıştır.
Clowes, 1955 te, Klinik olarak bir çok hastada çok katlı etil sellüloz’dan yapılmış membran oksigenator kullandı.
John W. Kirklin, Gibbon‘ un ortaya koyduğu kalb-akciğer makinasıni değiştirerek (modifie ederek ) 1955 ve 1958 yılları arasında, Rochester Mayo Clinic’ te 240 hasta sağıttı. Ancak bu oxygenator’ u kullanmak güçtü, tamizlenmesi ile sterilizasyonu çok zaman alıyordu. Ama Gibbon un makinasına göre kliniğe uygulamaya daha elverişliydi.
Richard DeWall ile Lillehei, 1955 te yeni bir oxygenator’ u açık-kalb cerrahisinde kullandılar. Bu bir bubble oxygenator’du. Hemen hemen bir yıl sonra plastik maddeden yapılmış bu oxygenator piyasadan “disposable aygıt” olarak tedarik edilebiliyordu. Bubble oxygenatorlar bundan sonraki 25 yıl boyunca extracorporeal circulation uygulamalarında başı çektiler.Çok kullanışlıydılar, kullanımdan sonra kaldırıp atıldıkları için, temizleme, sterilizasyon dertleri yoktu. Ancak biraz pahalıya maloluyorlardı.
Lillehei bir kez şöyle yazmıştı : “İntrakardiak anomalisi olup ölmekte olan bir çocuğun yatağı kenarında olan bir hekim 1952 ye kadar, onun iyileşmesi için ancak dua edebilirdi. Şimdi kalb-akciğer makinaları sayesinde böyle bir anomaliyi düzeltmek rutin hale gelmiştir”.
Melrose, 1955 te, deneysel olarak kalbin durdurulması için potassium iyonunu kullanmaya başladı. Kardiopleji dediğimiz bu yönteme “kalbin kansız kalması (cardiac ischemia ) sırasında kalb kası enerji deposunu korumak üzere” daha önce 1883 te Ringer, 1929 da Hooker değinmişlerdi. Ancak Melrose‘un solüsyonu çok yoğun, dolayısıyla kalb kası için toksik olduğundan, kardiopleji uzun bir süre geniş çapta kullanılamadı. 1973 te W.A. Gay jr., P.A. Ebert ile 1978 de G.F.O. Tyres ile ark. düşük konsantrasyondadaki potasyum solüsyonlarının zararsız olduğunu gösterdiler.
Bu andan sonra açık-kalb cerrahisi ve extracorporeal circulation hızlı ilerleme gösterdi. Gene 1955 te Jerome Harold Kay ile Frederick S. Cross döner diskli bir film oxygenatoru sundular. Bu oxygenatorun da temizleme, silikonlama, sterilize etme gibi zorlukları vardı. Ama bir kez kullanılıp sonra atılmadığı için oldukça ucuza maloluyordu. Çalışma prensibi şöyle tanımlanabilir: Iki ucu metal plakalarla kapatılmış bir cam silindir içinde, birbirlerine göre belli aralıklarla yerleştirilmiş, düz ya da ondüleli, diskler donmektedir. Bu silindirin içi bir yere kadar kanla doldurulur, diskler dönerken yüzeylerine ince bir film halinde kan bulaşır. Diğer yandan cam silindirin içersine oksijen gazı verilir. Böylece ince film halindeki kan oksijen alır, bünyesindeki karbondioksidin fazlasını bırakır. Verilen oksijenin dakikadaki hızı arttırılırsa daha fazla karbondioksit dışarı alınabilir (ventilasyon effekti). Oksijenlenme değeri değişmez. Oksijenlenmeyi yükseltebilmek için belki disklerin dönme hızının arttırılması sözkonusu olabilirse de bu oxygenator içinde kanın köpürmesine yol açacaktır. Oxygenlendirme arttırılmak isteniyorsa, gene en iyisi, oksijenator içindeki disklerin sayısını arttırmaktır ya da hastaya varilen kan akımının (flow rate ) metabolik asidoza meydan vermeyecek derecede azaltılmasıdir. Daha iyisi hastanın vücut ölçülerine göre uygun oxygenator seçmektir.
Açık-kalb cerrahisi alanında en kaliteli kalb-akciğer makinalarını öncü bir biomedikal mühendis olan Richard N. Sarns tasarımlamış, üretmiştir (en yukardaki resim). 1950 lerin sonlarında küçük bir şirket kuran Sarns, 1961 de Dr. Delbert Neis için bir makina tasarımladı. Bu bir dönüm noktası olmuştur. Bundan sonra şirket 1960 ların ortalarında Baxter firmasıyla birleşıp yapay böbrek makinaları tasarımları yapmaya başladı. 1967 de Dr. Christian Barnard kalb naklini Sarns model 2000 makinasını kullanarak yaptı. Model 7400 ile Professional Engineering Society of America’nın 1983 te ulusal ödülünü aldı. Şirket 1981 de 3M ile birleşmiştir.
1955 i izleyen yıllarda bir çok yeni oxygenator tasarımlandı. Ne var ki hiç biri DeWall ile Lillehei‘ ninkiyle pek rekabet edemedi.
1965 yılına gelindiğinde Bromson membran oxygenator’u yaptı (Fakat ilk membran oksigenator 1951 de Karlson tarafından yapılmıştır). Bu oxygenator, yapısı yönünden fizyolojik olduğundan, bu gün extracorporeal circulationda ön sırayı alma hakkını kazanmıştır. Membran oxygenator’da kan ile oksijen gazı arasında, gazı geçiren ama sıvı, katı maddeleri geçirmeyen bir membran (zar) vardır. Böylece kan ile gaz doğrudan temas etmeden oksijen ile karbondioksit alış-verişi gerçekleşir. Bu membran yüzünden fizyolojik olduğu düşünülebilirse de kan her zaman olduğu gibi perfüzyon sisteminin yapay yüzeylerindenden geçmektedir. Membran oxygenator kullanıldığında kan oxygenator’a serbest akışla değil, bir pompa marifetiyle basılır. Çünkü oxygenator içinde direnç vardır. Membran oxygenatörlerde hemoliz en alt düzeyde olur. Bizim çalışmalarımıza göre, kalb-akciğer makinalarında hemoliz kalb ya da sucker pompalarının negatif basınçlı uçlarında oluşmaktadır. Yani pompanın kanı emdiği uç en fazla hemoliz yapar. Pompaların pozitif basınçlı uçlarında hemoliz olmaz. Buna göre en yüksek hemoliz sucker pompalarında oluşur. Daha sonra, 1980 lerde Hollow Fiber denilen fiber oxygenatorlar yapılmıştır. Bunlar da bir tür membran oxygenatordu, yalnız membranlarında kanı geçirmeyip gazı geçiren delikler (holes ) vardı.
Kalb-akciğer makinalarını doldurmak için (to prime ),başlangıçtanberi vericilerden (donors) alınan heparinli kanlar kullanılmaktaydı. Makinayı doldurmaya yetecek kadar, ki bu 5-6 kişi oluyordu, donör hastaneye geliyor, kanları heparinli olarak alınarak hemen perfüzyon ekibi emrine veriliyordu. 1965 yılında dünya yüzünde ilk kez bu iş için banka kanı iki yerde aynı zamanda kullanıldı : Dr. Yalçın Güran‘ın araştırmaları sonucu İstanbul Göğüs Cerrahisi Merkezi ile Amerika Birleşik Devletleri’nde. Şimdi bütün kliniklerde bu iş için sadece banka kanı kullanılmaktadır.
Raffert ve arkadaşları, 1968 de roller pompaya alternatif olarak yeni bir pompa, centrifugal pump ‘ u geliştirip yayınladılar. (Bu gün piyasalar da Medtronic’ in bio-pompası olarak bilinmektedir). Bu pompalar giderek sol karıncık (left ventricul ) assist aygıtı olarak başarıyla kullanıldı. Adı üstünde, bu pompada bir magnetik motor santrifüj güç üreterek kanı ileri doğru gönderiyordu.
Extracorporeal dolaşım fikri, bazı aygıtların bulunması, geliştirilmesi sonucu bu günlere gelinmiştir. Açık-kalb cerrahisi için bütün bunlar birer atılım, birer kazançtır. Ne var ki, madem. soğutma (hypotermia ) ile her hangi bir kalb arızasını tamir edebilecek kadar zaman kazanabiliyoruz, metabolizmayı dolaşımı tamamen durdurabilecek düzeye indirebiliyoruz, böylelikle dolaşımı tümüyle durdurabiliyoruz. O halde aynı sonucu neden bir kimyasal ya da biolojik bir madde kullanarak almıyalım? Bunun örnekleri doğada vardır : Kış uykusuna yatan hayvanlar; (hibernastion ).da, özellikle vahşi ayıların (Ursus Americanus) kanlarında, bazı maddelerin yükseldiği, örnekse magnesium iyonu, ki anestezinin ilk yıllarında kullanıldığı gibi, şimdi de bir anestezik madde olarak kullanıldığını F. James 1989 yılında yazdığı bir makalesinde bildirmektedir. Bunun yanı sıra H.I.T. (hibernation induction trigger ) adlı kan proteininin düzeyinin belli bir noktaya kadar yükseldiği zaten bilinen gerçeklerdir. Wyoming Universitesinden Dr. Henry (Hank) J. Harlow H.I.T. için araştırmalar yapmıştır. Dahası H.I.T . nin kültürü bile yapılarak US deniz kuvvetlerinde yaralılar üzerinde denenmiştır. Yaralıların sağıtılacakları yere gidinceye kadar hayatlarını sürdürmeleri sağlanmıştır. Bu proteini NASA uzay yolculuğuna çıkacak insanlar üzerinde denemeyi düşünmektedir. Günümüzde science fiction filmlerinde uzay yolculuğu yapan kişilerin dondurularak bu yolculuğa çıktıkları anlatılmaktadır. Mayo Clinic’ten Ralph Nelson ile ark. American Journal of Physiology dergisinde 1973 te, hibernasyondaki ayıların bir damla bile su içmedikleri halde dehidrate olmadıklarını anlatan bir makale yayınladılar. Bu gibi maddelerle araştırma yapılır da olumlu sonuç alınırsa, açık-kalb cerrahisinde extracorporeal circulation’un yeri ya hiç kalmayacak ya da minimal düzeye inebilecektir. Bu bilgilerin ışığında yakın gelecekte bu sonuca varmayı beklemek hakkımızdır.
Bunların hepsi iyi de, acaba açık-kalb cerrahisinden ekstrakorporeal dolaşımın çikarılmaşına uğraşmanın gereği nedir? Ekstrakorporeal dolaşım açık-kalb cerrahisinin oluşup gelişmesine yol açan çok önemli bir buluş olmakla birlikte bazı yan etkiler ile güçlükleri beraberinde getirmiş bir yöntemdir. Yan etkilerin en başında perfüzyon uygulanmış bir kişinin davranışının (behevior) değişmesi gelir. Kişi yumuşak huylu biriyse, birdenbire aksi bir adam haline gelebilir. Yaşlı biriyse ameliyattan sonra bunaklık (demance) belirtileri gösterebilir. Psikiatrik, nöropsikiatrik değişiklikleri belirleyen bu bilgileri L.H. Lee, S. Slogoff, M.W.Johns, N.A. Nussmeier yazdıkları makalelerle doğrulamışlardır. Dahası Perfüzyonu ortadan kaldırınca sırf bunun kaynaklık ettiği bir çok komplikasyondan da kurtulmuş oluruz. Ayrıca bu yöntem bir çok masrafı, iş gücü kaybını da içerir. Açık-kalb ameliyatlarını çok sade bazı yöntemlerle yapabilmenin getireceği kolaylık ta ayrı bir kazanç olacaktır. İşte bu nedenlerden ötürü ekstrakorporeal dolaşımı bu alandan çikarmak için uğraşmaya değer. Sonuçta başarılabilirse çok büyuk bir ilerleme elde edilmiş olacaktır.
Extracorporeal circulation ya da perfusion’ un zaman boyunca gelişimine koşut olarak kalb cerrahisi alanında da ilerlemeler olmuştur. Esasen bu ikisi iç ıçe yürür. Yürümek zorundadır. Bundan ötürü kalb cerrahisinin tarihçesini (*) de, daha önce bir başka makalemizde incelemiş bulunuyoruz.
——————————————————
(*) 28.04.2007 tarihli AÇIK-KALB CERRAHİSİNİN TARİHÇESİ başlığını taşıyan makalemiz.