“Her şey kendi zamanı içindir. Bir girişim bu gün zararlı görülebilir, ama yarın hayat kurtarıcı olabilir.”
HIPPOCRATES
(IV. İlke)
Atamız Ölüm Döşeğinde
Atatürk 1936 yılı sonunda nedeni bilinmeyen kaşıntılardan yakınarak hastalanmıştı. Bu kaşıntıların bazıları, özellikle bacaklarda olanları ağrılarla birlikteydi. Bu belirtiler için başlangıçta çeşitli tanılar konuldu. Bunların en ilginci kaşıntıların karınca sokmasından(!) ileri geldiği düşüncesiydi.
Yakınmalarının artması, bunlara başka yenilerinin eklenmesi ile birlikte bir hekim kadrosu kurularak, Atatürk bu hekimlerin bakımına bırakılmıştır. Atatürk “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz” söyleminde ayak direyici olduğundan sözü edilen kadrodaki hekimlerin çoğunluğu Türktü. Sonradan kendi hekimlerinin üsteleyerek dilekte bulunması sonucu bazı yabancı hekimlerle danışmanlık olanağı sağlanmıştır.
Atatürkün hekimleri, sürekli bakımı sağlayanlar ile danışmanlık yapanlar olarak iki bölüme ayrılıyordu. Bu hekimler şu kişilerden oluşuyordu :
Sürekli bakım yapanlar
Prof. Dr. Neşet Ömer İRDELP
Prof. Dr. Nihat Reşat BELGER
Opr. Dr. Mim Kemal ÖKE
Danışmanlık yapanlar
Prof. Dr. Mustafa Hayrullah DİKER
Prof. Dr. Akil Muhtar ÖZDEN
Prof. Dr. Süreyya Hidayet SERTER
Dr. Asım ARAR
Prof.Dr. Samuel Abrevaya MARMARALI
Dr. Mehmet Kamil BERK
Prof.Dr, Frank (Türkiyede bulunan Alman uyruklu hekim)
Bunların dışında, Paris’ten Prof.Dr. N. Fissinger (3 kez), Berlin”den Prof.Dr.Von Bergman, Viyana”dan Prof.Dr. H. Epinger isimli üç yabancı doktor da Atatürk”ün sağıtımında görev almışlardır.
Ayrıca, Burun kanamalarından ötürü Atatürk’ü sağıtan Dr. Naki Yıldırım yerine Numune Hastanesi Kulak Burun Boğaz Uzmanı Prof. Dr. Meyer’e görev verilmiştir.
Burada isimleri geçen, Türk olsun yabancı olsun, bütün hekimler o dönemin sayılı doktorlarından olup, bilgi düzeyleri üzerinde tartışma götürmeyecek durumdaydılar. Zamanlarının en iyileriydiler.
Yakınmaları süren Atatürke ilk doğru tanı 14 Haziran 1938 de Prof. Dr. Nihat Reşat Belger’ce konuldu. Bu tanı bir karaciger hastalığı olan siroz’du. Hastalığın nedeni de Atatürkün gençliğinden o zamana kadar süren alkol alma alışkanlığına bağlanıyordu.
Gerçi sonradan Prof. Dr. Nihat Reşat Belger’in koyduğu Laennec sirozu tanısına Parisli hekim Prof. Dr. N. Fissinger’ce karşı çıkılmıştır. Dr. N. Fissinger hastalığın Hanot-Gilbert sirozu olduğunu ileri sürmüştü. Bilindiği gibi Laennec sirozunda karaciğer ufalır, nedeni de alkol içimi olabilir. Hanot-Gilbert sirozunda karaciğer büyüktür, nedeni de bir ilhabi durumdur. Burada Atatürke bir karaciğer biyopsisi, ölümünden sonra da otopsi yapılamamış olması, konunun karanlıkta kalmasına neden olmuştur.
Ama bunların dışında Atatürk’ün ölüm nedeni konusunda çok aykırı fikirler de ileri sürülmüştür.
● Atatürkün hastalığına, yanlışlıkla ya da bile bile sıtma tanısı konduğu, bu yüzden uzun bir kinin sağıtımının uygulandığı, bunu yapanın da Dr. Mim Kemal Öke olduğu söylenmiştir. Kanıt olarak da 1937 yılında bir eczaneden 43 kutu kinin alındığı gösterilmekte. Cumhurbaşkanlığınca satın alınan bu kininlerin kime ya da kimler için kullanıldığını belirleyen bir kanıt ta yoktur.
● Atatürk 1935 yılında Türkiye genelinde Mason Localarını kapatarak mal varlılklarına devletçe el koydurmuştu. Bunun Masonların büyük tepkisine neden olduğu, Atatürkü öldürme kararı aldıkları söylenir. Denildiğine göre bu iş için, bir mason olan Dr. Mim Kemal Öke görevlendirilmiştir(!!) (*).
● Başka bir düşünceye göre Atatürke hastalığı sırasında, yanlış olarak yüksek doz civalı idrar söktürücü verilerek ölümüne neden olunmuştur.
Bu üç söylentinin de gerçeği göstermediği gün gibi açıktır. Çünkü yukarda da belirtildiği gibi, O hastalığının başındanberi kalabalık bir hekim grubunun denetimindeydi. Bu hekimler meslek yaşamlarının doruğunda olan kişilerdi. Biri yanlış düşünse bile öteki bunu anında düzeltebilirdi. Aslında tanı konusunda olsun, sağıtma konusunda olsun kararları topluca veriyorlardı. Bu yüzden biz bu söylentileri birer sabuklama (hezeyan) olarak değerlendiriyoruz!…
Ancak, Atatürkün hastalığının sağıtımı sırasında, acaba yanılgıya hiç düşülmemiş midir?…
Düşülmüştür!… Çünkü o günkü tıp bilgisi, siroz sağıtımı konusunda, bugünküden çok farklıydı.
En önde varlığı saptanan sirorun türü üzerinde bir anlaşmazlık yaşansa bile, sonunda Atatürkün kronik bir alkol kullanıcısı olduğu gerekçesiyle bunun Laennec tipi bir siroz olduğu konusunda fikir birliğine varıldığı anlaşılmaktadır. O günkü bilgilere göre sağıtım için yapılan, alkol içmeyi durdurmak, diyetten yağları, proteinleri çıkarıp hastaya yalnızca karbohidrat ağırlıklı beslenme önermek, tıbbi bakımdan doğruydu.
Oysa Laennec sirozu, alkollü içkinin doğrudan karacier hücresine etkisi yoluyla değil, içki içen birinin içine girdiği, kendini aşırı derecede mutlu hissetme (euphoria) hali yüzünden açlık hissetmemesi, bu yüzden yemekleri savsaklayarak doğru dürüst beslenememesi yüzünden ortaya çıkar. Gerçekten de yaşamında hiç alkol kullanmamış kişiler bile, uzun açlık dönemlerinden sonra siroz olurlar. Demek ki, karaciğerdeki bozulumun asıl nedeni açlıktır. Burada alınan alkolün olumsuz etkisi dolaylı yoldan ortaya çıkmaktadır. Ama karaciğer hastalandıktan sonra alınan her yudum alkol karaciğere toksik etki yaparak hastalığın ilerlemesine neden olacaktır. Bu bilgi, sağıtım yönünden çok büyük önem taşır.
Uzun süre alkollü içkiyi yalnızca leblebi ya da amiyane deyimiyle “yumruk mezesiyle” içerseniz, açlık yüzünden siroz olursunuz. Daha önce geçirilen bazı hastalıklar hazırlayıcı nedenler olarak alınsa bile, aslında Atatürkün başına gelen de buydu (**).
Bu yüzden hastalığın sağıtımında alkollü içkiyi yasaklama ile birlikte, özellikle proteinden karbohidratlardan zengin bir diyet uygulanması yanında hastaya vitaminler, özellikle B ile K vitamini verilmek gerekir. Burada yağları en aza indirmek doğru bir tutumdur. Atatürkün sağıtımında bu yapılmamış, proteinlerin karaciğer için başlı başına bir ilaç olabileceği düşünülmemiş, hemen hemen bir tür açlık kürü sürdürülmüştür. Dediğimiz gibi bu, o günkü tıp bilgisinin bir gereğiydi. Ama bu tutulan yol, hastalığı iyileştireceğine elbette ağırlaştırarak hastanın kaybıyla sonlanmıştır.
Söz konusu siroz Laennec tipi değil de, Hanot-Gilbert tipi bir siroz olsaydı bile, yukarda anlatılan proteinden zengin diyetin uygulanması gerekirdi. Bu yüzden Atatürkün hastalığının “Laennec sirozu mu, yoksa Hannot-Gilbert tipi bir siroz mu?…” olduğu tartışmasının, sağıtım yönünden uzun boylu değeri de yoktur. Çünkü örnekse, Hepatit B virusunun neden olabileceği iltihap çıkışlı bir siroz da (Hanot-Gilbert tipi) günümüzde böyle önlenmeye çalışılıp, böyle sağıtılır. Kaldı ki, Laennec sirozu dediğimiz akole bağlı sirozda karaciğerin yağlanarak büyüdüğü bir dönem de vardır (bkz. aşağıdaki dipnot)
———————————————————–
(*) Aslında Atatürk’ün öldürüldügü iddiasını Türkiyede ilk kez gündeme getiren Atatürk döneminde orduda bulunan General Rıfat Yıldırımdı. Yıldırıma göre Atatürk’ü masonlar öldürmüştü. nedeni ise Atatürk’ün 1935 yılında Türkiye genelindeki mason localarını kapatması, mal varlıklarına elkoymasıydı.Gerçekten mason localarının kapatılması masonların büyük tepkisini çekmiş, o sırada mecliste bulunan Şükrü Kaya ile Atatürk’ün doktorlugunu da yapacak olan Mim Kemal Ökenin de girişimleri sonuç vermemişti. Yıldırım savını Yunanistanda yayınlanan 1 agustos 1948 tarihli Liki Foni ( Halkın Sesi) gazetesindeki aynı zamanda masonda olan Avram Benerasyan’ın yazısına dayandirıyor. ( Bu metin Aşagıda verilmiştir)
“Türkiye’deki mason cemiyetinin Kemal Atatürk tarafından kapatılarak faaliyetlerinin durdurulduğunu Moskova ‘da tarihi bir yerde yoldaşlar arasında yapılan bir toplantıda işttiğim zaman beynimden okla vurulmuş gibi sersemledim. Şaşkınlık içinde ‘bu nasıl olur; Nasıl kapatılırmış; Gerçek mi bu?… öyleyse o sarı lider katiyetle ortadan kaldırılacaktır’ diye haykırdıgımı hatırlıyorum.Atatürk’ün ani bir dönüşle mason cemiyetini kapatması bizi pek derin bir düşünceye sevkettmişti. İlk anlarda Atatürk’ü silahla ortadan kaldırmayı düşündük.Çünkü o felsefemizin Türkiye’de yerleşme imkanını ortadan kaldırmıştı. Fakat tehlike büyük ve muvaffak olmak yüzde on ihtimal dahilinde idi. Nihayet bir gün Kıemlin kati kararını verdi. Onun ölümü esrarengiz olacak ve kendine güre gizem arz edecekti. Mason cemiyeti Atatürk tarafından kapatıldıktan sonra mason biraderler, cemiyet sanki kapatılmamış ve Atatürk’le aralarında hiçbir itilaf yomuş gibi vaziyet aldılar. İmkan buldukca her hareketini alkışladılar. Ve zamanla onun etrafında çember meydana getirdiler ki; Sarı lider kendiliginden çemberin içine girip hayatını bize teslim etti. Doktorlarımız Atatürk’ün ölümünün ani oluşunu tehlikeli gördüklerinden 1937 yılının ortalarında ismini açıklamayacagım bir hekim, Atatürk’e ilk darbeyi sinir organlarını zaafa düşürmek suretiyle indirdi. Böylelikle gösterdigi tedavi usulu Atatürk’ün sinir organlarını felce ugrattı.
Atatürk’te zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri, istifralar, karşısındaki arakadaşı tanımamazlıklar baş göstermeye başladı.Onun pek bir elim vaziyette olduğunu beşinci kollarımızın ajanları gizliden gizliye yaymaya ve hastalıgının öldürücü olduğunu efkarı umumiyeye duyurmaya, milli hislerde zaaf etmeye çalıştılar.Atatürk’ün hastalığı efkarı umumiyede şuyu bulınca, vazifemizin birinci faslı muvaffak olmuştu.”
(**) Alkole bağlı karaciğer hastalığında sonuç, karaciğer fibrozisi ile iltihabının derecesine bağlıdır. Fibrozis olmadan var olan yağlı karaciğer ile alkole bağlı hepatitten, alkol içimi kesildiğinde geri dönüş olanağı vardır. Alkolü tam bırakma sonucu, yağlı karaciğer 6 hafta içinde tümüyle iyileşir. Fibrozis ile sirozda geri dönüş olanağı yoktur. Bir kez siroz ile onun komplikasyonları (ascite, kanamalar) gelişirse 5 yıllık yaşama süresi olasılığı % 50 dir. Bu olasılık yüzdesi, alkolü tam bırakma ya da azaltma durumunda daha da yükselir. Alkole bağlı karaciğer hastalığı yanı sıra bir de kronik hepatit C enfeksiyonu varsa kepatosellüler kanser eğilimine neden olur.
(kaynak : The Merck Manual)
Sevgili Yalçın bey;
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün karnından su alındığını biliyor musunuz?Okumayı ilkokuldan itibaren öğreniyoruz ve bu yıllardan itibaren bize Tarih bilgisi veriliyor.Okumayı sevmeyen bir millet olmamıza rağmen.Ulu Önder ATATÜRK’ün vefatını bu kadar basite indirgemenizi gerçekten.Saygılar.