Ispartadaki son uçak kazasında kaybettiğimiz bir fizik profesörümüz, Prof. Engin Arık, Türkiyede dış ile iç borçların tamamını 500 kez ödeyebilecek thorium madeni “rezervi”ne sahip olduğumuzu söylemiş.
Buna benzeyerek, üzerinde yaşadığımız topraklarda bor, uranium, zeolit, osmium, olivin, mermer gibi maddelerden borçlarımızı karşılayıp onun da ötesinde gelir sağlıyabilecek niceliklerde “rezevrlerin” bulunduğu bilinip, birçok kez söylenmiş bulunuyor.
Öyleyse içimiz rahat olsun!..
Hiç korku ya da kuşku duymadan rahat rahat borçlanabiliriz!..
Ama, işin doğrusu pek te bu söylemlerde olduğu gibi değildir. Bir kez, bu madenler toprakla karışık biçimde “rezevleri” oluşturuyorlar. Bunların işe yarayabilir hale gelmeleri , bir hammadde olarak ele alınabilmeleri için, karışık oldukları topraktan ayrılıp saflaştırılmaları gerekir (aynı altın madeninde olduğu gibi). Bu işlem yapılmadan, demek ki saflaştırma ya da zenginleştirme işlemi yapılmadan bu madenlere sahip olunduğu söylenemez.
İkinci olarak, bunun ardından, sözü edilen zenginleştirme işlemini gerçekleştirecek teknolojik bilgiye sahip olmak gerekir. Bu bilgiyi dışardan almaya kalkarsanız, ya size hiç vermezler ya da çok eskimiş teknolojileri alabilirsiniz. Böylece işi çıkmaza götürmek işten bile değildir. O halde zenginleştirme için gerekli teknolojiyi de içerde üretmek zorundasınız. Bu da yeteri kadar araştırıcı bilim adamı yetiştirmekle olur. Gerekli bilim adamlarınız bu günkü günde elinizde yoksa, ortalama bir hesapla 15 – 20 yıl daha beklemeniz gerekir. O da, bu doğrultuda yürümenin gerekliliğinin akledip kavramış iseniz geçerlidir!.. Yok, hala birileri gelip bizi teknolojilerle donatsın diye bekliyorsanız, daha pek çok uzun bir süre bekliyeceğinizi akıldan çıkarmamak gerekir.
Üçüncü olarak, elde edilen zenginleştirilmiş metalleri, ya içerde bol olarak kullanmak ya da bunları dışarıya pazarlayacak yöntemleri kullanmak ya da, daha doğrusu, her ikisini birden yapmak gerekir. Elde zengin “rezervler” bulunduğuna göre, dış pazarlara eğemen olmak, birim fiatları saptamada önde gelmek gerekir. Bunu yapmada güçsüz kalırsanız, dışardaki açıkgözlerce sömürüye uğramak işten bile değildir. “Olsun biz madenlerimizi toprakla karışık olarak ta pazarlarız!” diyorsanız elinizdeki zenginliği yok bahasına satmak zorundasınız demektir. Çünkü bu değerli metallerin pek çoğu bir ton topraktan ancak bir kaç gram olarak elde edilebilir.
“Rezevrlerin” saptanması da çok yararlı bir iş olmakla birlikte, bu evreden ileriye gidilemiyorsa ya da buna olanak yoksa, varılacak sonuç çevredeki bir çok sömürgecinin iştahını kabartmaktan öteye gidemez. İşte bunun içindir ki, bir toplantıda yüzümüze karşı, hiç çekinmeden “Türkiye Türklere bırakılamıyacak kadar zengin bir ülkedir” diyebilmiştir bu kendini bilmezler.
Buna ister istemez kızıyoruz. Ama, kızmayıp özrü kendimizde arayıp bulmamız gerekir.
Aynı yanlışı “dahi” çocuklarımızı ayırıp yetiştirme konusunda da yapmıyor muyuz?..
Kaba bir hesapla, her bin sağlıklı doğumda bir dahi dünyaya geldiğine göre, toplumumuz içinde yetmiş bin dolayında dahi bulunmak gerekir. Oysa biz bunlardan birini bile ayırdedemiyoruz. Nedeni çok açık olarak ortada durmaktadır : Aynı yeraltı zenginginliklerine yaptığımız gibi, bunların varlığı bizi ilgilendirmiyor. Onları gereği gibi yetiştirip ulusa kazandırmıyoruz. Bunun ne denli önemli olduğunun bir türlü bilincine varamıyoruz. Sonra da dışarı ülkere “beyin göçü” olduğundan yakınıp duruyoruz. Hiç düşünmüyoruz : bu göçün altında hangi gerçekler yatıyor?.. Nasıl önlebilir?.. Neler yapılabilir? Bunları bilip çözümlerine de ulaşmak gerekir. Çünkü, nasıl bilebiliriz ki, belki de bizim özlemini çektiğimiz bu metal zenginleştirme yöntemlerini bile, dış ülkelerde çalışmakta olan bizim dahi çocuklarımızdan bazıları bulup, geliştirip o ülkelere mal etmekteler.
Yurdumuzdaki su zenginliği (ılıcalarla birlikte) ile barajlar konusunda da aynı problemler yaşanmaktadır. Su kaynaklarımızı kullanmada da zorluklar yaşayıp, zaman zaman usdışı davranışlar sergiliyoruz. Konuyu başka bir makalede gündeme getirmeye çalışacağız.
Bütün bunlar, nerden bakarsanız bakın, bir an önce aklımızı başımıza toplayıp, içinde bulunduğumuz kısır döngüden çıkmamız gerektiğini gösterir. İçerde her zaman içinde olduğumuz kısır, anlamsız çekişmelerden hemen kurtulmamız geremektedir. Ulusun yararlarını kendi anlamsız, zavallı yararlarımızın önünde tutmayı öğrenmemiz gerekmektedir. Bunu başarabildiğimiz gün düzlüğe ulaşabileceğimizi bilmemiz gerekir.
Toptan (global) olarak ulusun esenliği, her zaman bizim kişisel esenliğimizden daha önemli, daha öndedir. Aslında ulus toptan esenliğe kavuşursa, tek tek bireyler de gerekli esenliği elde ederler. Bunun böyle bilinmesi gerekmez mi?…