Bir Topluluğu ulus yapan öğelerin başında gelir dil. Bizim aramızda konuşup anlaşmamıza yarayan dil Türkçedir. Bu yüzden de, her fırsatta üzerinde önemle durulması gerekli bir konudur.
Ana-dilimiz olan Türkçemiz, bir çok dili etkilediği gibi, kendisi de öteki dillerin bazılarının etkisi altında kalmıştır. Bu etkilenme, zaman boyunca değişik diller için geçerli oldu. Böylece Türkçemize, kaçınılmaz biçimde yabancı dillerden değişik sayıda sözcük girdi. Bu ana-dilimizin öteki diller karşısındaki zayıflığını değil, ama sadece bir etkileşimi göstermektedir. Gerçekten de, bir çok dil birbiriyle etkileşim içindedir. Bu kaçınılmaz bir sonuç gibi gözüküyor.
Aşağıda bir liste olarak bu diller ile yanlarında parantez içinde, kaç sözcük alınıp, yerleşmiş olduğu gösterilmiştir (Kaynak :Türk Dil Kurumu) :
Almanca (85)
Arapça (6463)
Arnavutça (1)
Bulgarca (8)
Ermenice (23)
Farsça (1374)
Fince (2)
Fransızca (4974)
İbranice (9)
İngilizce (538)
İspanyolca (36)
İtalyanca (632)
Japonca (7)
Korece (1)
Latince (147)
Macarca (19)
Moğolca (13)
Norveç (2)
Portekizce (4)
Rumca (14)
Rusça (40)
Slavca (24)
Soğdca (1)
Yunanca (399)
TOPLAM 14816
Gorüldüğü gibi, etkilenme 24 dilden olmuş, en çok sözcük de Arapça ile Fransızcadan alınmıştır. Görece olarak İngilizceden çok daha az sözcük girmiş Türkçeye. Bunun nedeni, İngilizce ile Fransızcada birbirine benzer pek çok sözcüğün olmasıdır. Önce Fransızcadan dilimize giren sözcükler, sonradan İngilizcenin uluslar arası dil niteliğini kazanmasına karşın, bu benzerlikten ötürü, olduğu gibi yerlerinde kalmıştır.
Bilindiği gibi, Türkiye nüfusu daha çok gençlerden oluşuyor. 0 – 24 yaş arası gençlerimiz 1990 yılı saptamalarına göre, 31 milyonu bulmaktadır. Bu genel nüfusun, yaklaşık yarısı demektir. Gerçi toplumun öteki yarısını oluşturan daha ileriki yaşta olanlarımız da, gençlerin bir devamı olarak, biraz sonra söyleyeceklerimizden farklı bir görünüm sergilemiyorlar. Bu dert toplumun tamamı için geçerlidir.
Ama, toplumumuzun yarısını yapan bu gençlik, bir saptamaya göre, Türkçemizi 200, en fazla 300 sözcük kullanarak konuşuyormuş. Batıda, örnekse ABD de, bu rakkam binlerle dile getirilmektedir (Louann Brizendine). Oysa, Türk Dili Sözlüğünde 100 000 sözcük bulunuyor. Elde bu kadar geniş bir sözcük dağarı varken, neden gençlerimiz bu denli dar bir alanda konuşmayı yeğ tutuyor?…
Bu soruya yanıt arayanlar, neden eldeki sözcük hazinesınden habersiz olunduğunu düşünüp, bazı sonuçlara varmışlar. Örnekse, yazar Çetin Altan : “İngiliz Avam Kamarası kaç kelimeyle, bizim parlamentomuz kaç kelimeyle konuşuyor ona bakmak lazım. Osmanlıcayı en iyi kullanan Fuzuli bile 3 bin kelime kullandı. Gazeteler bu gün 800 kelime ile çıkıyor. Alfabeyi bilmek, okur yazar olmak da dili kullanmak anlamına gelmiyor.” Diyor.
Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Arus Yumul yeni kuşağı “kelimede tasarruflu” olarak nitelendiriyor : “Söyleyecekleri için cep telefonu ve mesajları kullandıkları için derdini en kısa kelimelerle anlatıyor. Çünkü önemli olan söylemek istediğini en hızlı ve kısa söylemek. Bu gençlerin McDonald’s laşması. Amaç hızlı servis gibi söyleyeceklerini en hızlı ve kısa biçimde aktarmak.” Yumul, eleştirel düşünceyi körelten eğitim sisteminin de gençleri okumaya yüreklendirmediğini belirterek, “Bu sistemin amacı Üniversite giriş sınavini kazanmak.” Diyor.
“Ezbere dayanan sistem kitap okuma alışkanlığını kazandırmıyor. Ortaya kendini ifadede zorlanan, 300 – 400 kelimeyle konuşan gençler çıkıyor.” Diyor Türk Dil Derneği Başkanı Sevgi Özel. Günlük yaşamda Türkçede 100 bin sözcük bulunmasına karşın Üniversite bitirenlerin bile en çok 200 sözcük ile konuştuklarını vurguluyor : “Nedeni eğitimin test çözme üzerine kurulması. Bu sistem, çocuğum sen kendi cümleni kurma, başkalarının kalıplarını öğren ve bunları yaşam boyu kullan.” Diyor.
Türkçe dersleri veren Ergin Kılıç da “hiç kitap okumadım” diyen öğrencilerle karşılaştığını söylüyor : “Bir iki kitap okuduklarını söyleyenler de zorlukla okumuşlar.” Gururla“ hiç okumadım” diyenler de oluyor. “kelime hazinesinin zayıflığı da kitap okumamalarından kaynaklanıyor.” Diyor.
Prof. Dr. Ünsal Oskay’a göre : “Eğitimin aksaklığı yanında yetiştiriliş biçimi de etkili. Büyüklerimizden aldığımız terbiyeye göre,bir kalıp gibi çok az sayıda sözcüğü tekrarlıyoruz. Aptallığımızdan değil, eski değişmeyen sosyal yapıdan kaynaklanıyor. Giderilmez hastalık, ırksal zihinsel özürlülük değil.”
Yazar Pınar Kür’e göre : “Gençlerin çoğunun kelime dağarcığı fakir. Derslerde yazarken ve konuşurken ifade etmekte zorlanıyorlar. İmla kurallarını bilmiyorlar. Sözlüğe de bakmıyorlar. Test çözdüren eğitim sistemi bunları öğretmiyor. Okumadıkları için de televizyonda duydukları kelimelerle kendilerini ifade ediyorlar.”
Bu söylemlerin hepsi doğruları anlatıyor. Hiç bir yanlış yönleri de yok. Ama, eksik yönleri var. Şöyle ki, nedenlerin ne olduğunu açık seçik ortaya koymuyor, bir de giderilme çarelerini söylemiyorlar. Her olayda olduğu gibi bunun da nedenleri vardır. Bunlar bir takım zincirleme olaylardır ki, birbirleri ardından gelerek gözlemlediğimiz olaylara neden olurlar.
İş çocuğun doğuşuyla başlar. Ana-babası da gençliklerinden başlayan aynı derde tutulmuş olacağından, demek ki onlar da 200 – 300 sözcükle istemlerini anlatabildikleri için, çocuğa ana-dili bu olanaklar içinde öğretilecektir. Çocuk daha ana-dilini öğrenirken, bu dilin, yalnızca 300 sözcükten oluştuğunu görüp, bilecektir. O’ nun için Türkçe ancak 300 sözcüğü içeren bir dildir. Siz istediğiniz kadar, “Türk Dili Sözlüğünde 100 bin sözcük var” deyin. Bu gerçek, çocuğun doğduğu evin kapısından içeri giremeyecektir ki… O halde bir yerden başlayıp bu kısır döngüye bir son vermek gerekir. Bunun için eldeki aracın “EĞİTİM” olduğu görülüyor.
Eğitiminde, çoöuğa önce okuma yazma öğretildikten sonra, yazma kuralları ile dil bigisini veriyoruz. Burada biraz durup okullarda okutulan ders kitaplarında, karşılaştırmalı olarak, kaç sözcük olduğuna bakalım. Bizim kullandığımız ders kitaplarında yaklaşık 7 bin sözcük bulunuyor. Bu, Arabistan’da 13 bin sözcük, Fransa’da 30 bin sözcük, İtalya’da 32 bin sözcük, Japonya’da 44 bin sözcük, Almanya’da 70 bin sözcüktür. Görüldüğü gibi, bu konuda açık-ara geriden gitmekteyiz.
Bunu da bir yana koyarak, yolumuzu sürdürelim. Daha sonra, Türkçe dersleri ardından Edebiyat Dersleri verilmeye başlanır. Edebiyat derslerinin amacı, bir edebiyat yapıtının değerinin nasıl anlaşılacağını öğrenciye öğretmek değil midir?… Yoksa, edebiyat tarihini mi öğretmektir?… Bizde galiba ikinci yol seçilmekte ki, liselerden çıkan hiç bir öğrenci, ayrıcalıksız edebiyat yapıtlarını değerlendiremiyor. Demek ki edebiyat nedir?.. Bilmiyor. Bunun yanı sıra kitap okuma alışkanlığını da elde edememiş oluyor. Gerçi bu sonuncunun kökeni, gerilere ana-baba evine kadar uzanır. Okul öncesi, evinde tek bir kitap okuyan kişi görmemiş, evinde, Kuran-ı Kerim’in Arapça baskısından başka kitap bulunduğuna tanık olmamış bir gençten, nasıl kitap okuma alışkanlığı beklenebilir?…
Düşünme işlemini de ana-dilimizle gerçekleştirdiğimiz göz önüne alınırsa, 200 sözcük içeren dağarımızla ne kadar kısır bir düşünce süreci yürütebileceğimiz kolayca anlaşılır. Bu zihinsel darlığın kanıtlarını bize sunulan televizyon programlarında buluyoruz. Televizyonlar en çok izleme düzeyini (rating) yakalayabilen konuları içeren programları, özellikle üretirler. Bu bir “sunum – istem = arz – talep” sorunudur. Şimdi bakalım!.. televizyon kanallarının birbirleriyle yarışırcasına ortaya koydukları programlar neler : Tamamı dedikodu (aklı başında olan hiç kimseyi ilgilendirmeye değmeyecek, ünlülerin dedikoduları) ile özellikle aşırı kavga içeren magazin(!) programları… Halkımız bunları daha çok tutup, üsteleyerek izliyor. Bu bir ekindir (culture). Ne denli yüksek(!) bir ekin olduğuna kararı siz verin… Bize sorulacak olursa, bu toplumun tümüne uyuşturucuların verdiği zararla eşdeğerdir deriz.
Bir de, bir bölümümz çocuklarını orta öğretim için doğrudan yabancı dille eğitim yapan okullara, “bir lisan, bir insan” tekerlemesi doğrultusunda, veriyor. Bu okullarda çocuk yabancı dili öğreniyor. Ama, kendi ana dilinde ancak 200 sözcük bildiği için, öğrendiği yabancı dildeki bazı sözcüklerin karşılığının ana-dilinde ne olduğunu, zihninde bulamıyor. Bu yüzden bu gün Türkiyede Türkçe ikinci plana atılan, neredeyse yabancı bir dil durumuna getirilmiştir. Ayrıca, acaba kendi ana-dilini doğru düsüst konuşup yazamayan birisinin, bir yabancı dili kunuşup yazması olanağı var mıdır?…
Ardından liseyi bitiren gencin önüne, Üniversiteye girebilmesi için Öğrenci Seçme Sınavı ÖSS gibi, bilgiyi ölçme yerine eleme amaçlı bir sınav koyuyoruz. Üstelik bu sınav TEST yöntemiyle, zamana karşı yapılmakta. Demek ki, öğrenci bazı konuları ezberleyip, hızla seçeneklerden birini işaretleyecek… Bunun sonucu, yukarda fikirlerini söyleyenlerce açıklanmış bulunuyor.
Ne kadar olumsuzluk varsa gençlerin önüne, engel biçiminde koyup, ardından “gençlerimiz neden doğru dürüst Türkçe bilip, konuşmuyor?.. “ diye yakınıp, acınmaya girişiyoruz. Bu hakça bir davranış mıdır?… Bilelim ki, gidiş iyi yolda olan bir gidiş değildir. Bu zihinsel darlığın, yayılımcı (emperyalist) ulusların da çok işine geldiğini unutmayalım. Dahası, onlar yangına körüklle giderek, bu yolda daha da ilerlere gitmemiz için bizi yüreklendirirler bile.
Eğitim sistemimizin, son ama, son bir kez kökten değişmesi gerekir. İçinde bulunulan durum sürdürülürse, bir değil birçok kuşağı kaybetmiş olacağız. Bize Hasan Ali Yücel, İsmail Hakkı Tonguç, (Sakallı) Celal Yalınız gibi eğitimcilerin gerektiği, su götürmez bir gerçektir. Gerçi bu eğitimciler Ulu önder Atatürk’ün “maarif” çileriydi. O zaman, asıl neye özlemimiz ile gereksinimiz olduğu açıkça gözlerimizin önünde değil mi?…
—————————————————-
İlgili Yapıtlar :
Tandoğan, Alaettin. “Türkiye Nüfusu”, Kıyı Kitabevi Ltd.Şti., Trabzon, 1994.
Louann Md Brizendine :The Female Brain. Morgan Road Books; 1 edition (August 1, 2006), ISBN-10: 0767920090
her harfine sonsuz katılıyorum.dil canlı bir varlıktır.dikkat etmeyerek kendi ellerimizle yavaş yavaş öldürmüş oluruz.Baş öğretmen Atatürkün bize emaneti olan güzel türkçemizi yarınlarımıza arı şekilde aktarmak bizim elimizde.hatice çakır