Dr. Yalçın Güran, bu çalışmalara düzenli bir biçimde katılmakla birlikte, gene aklını perfüzyonla ilgıli bir konuya takmıştı. Bu arada 1968 yılına ulaşmış bulunuyorduk. Bilindiği gibi buble oksigenatorda O2 gazı bir kan sütunu içinden geçirilerek kanı arteryelize eder. Bu sırada kan sütunu içinde irili ufaklı gaz baloncukları oluşur. Küçük baloncukların toplam yüzeylerinin büyük olmasına karşın, büyük baloncuk ların toplam yüzeyleri ötekine göre daha ufaktır. Kanın arteryelize olması yüzeyin büyüklüğüne bağlı olduğuna göre, yüzey ne kadar büyükse oksigenatorun arteryelize etme kapasitesinin de o kadar büyük olacağına göre, acaba bütün gaz baloncuklarını küçük, aynı boyda elde etme olanağı varmıdır?
Dr. Güran bu soruya “evet, vardır” yanıtını aklından verdi. Şöyle düşünüyordu : Bir yolla bu baloncuklar bir kalıba sokulabilirse, bu kalıpta baloncuklar istenildiği kadar küçültüleceğinden , oksigenatorun kapasitesi istenildiği kadar yükseltilebilir. Üstelik bu, oksigenatorun boyunu ufaltabileceği için prime sıvısının hacmi de küçülecektir. Bu demektir ki ideale yaklaşan bir oksigenatoru bu yolla elde etme olanağı vardır.
Acaba düşünülen baloncuk kalıbı ne olabilirdi?… Burada Dr. Güran’ın aklına hemen bildiğimiz sünger geldi. Eger kan sünger içinden, O2 ile birlikte geçirilirse, akciğer alveollerini andıran bir durum elde edilmiş olacaktır. Baloncuklar hiç bir zaman süngerin boşluklarından büyük olamayacağı gibi, süngerin boşluklarını istediğimiz kadar küçük olarak seçebileceğimiz için, kapasıteyi arttırmak ta elimizde olacaktı. Sözün kısası tasarlanan oksigenator bir sünger (sponge oksigenator) du. Hemen hatırlatalım ki, 1967 yılında sünger oksigenatoru, bırakın yapmayı, düşünmek bile kimsenin aklından geçmiyordu. Bu tip oksigenatorlar, hem de disposable olarak, ancak 1980 lerde piyasaya verildi.
O halde ne yapmak gerekiyordu? Elbette önce bir çok metalden yapılma prototip üzerinde çalışmak kaçınılmaz bir durumdu. İş olgunlaşınca plastikten yapılma bir disposable oksigenator gerçekleştirilebilirdi. Bu bir hayli para gerektiren bir işti. Hastanemiz bir devlet hastanesiydi, böyle bir çalışmaya para yatıramazdı. Sırası gelmişken, devlet hastanelerinde, yasa uyarınca, araştırmanın yasak olduğunu söyleyelim. Yasa koyucu, devlet hastanelerini birer hizmet hastanesi gibi düşünmüş, araştırma işini Üniversite hastanelerine bırakmıştır. Hemen akla gelebilecek bir soru vardır. Şimdiye kadar burada anlatılan araştırmalar, bu durum karşısında, nasıl gerçekleştirildi?… Bunun yanıtı kısaca, basitçe “yasal olmayarak” tan ibaret olacaktır. Her ne ise, konu işin yasallık durumu değil de, gerekli paranın nasıl bulunacağıdır. Dr. Güran fazla düşünmeden TÜBİTAK’ a başvurmaya karar verdi. Çünkü bu kurum böyle araştırmarı grant vererek destekliyordu. Bunun için bir fizibilite hazırlayarak TÜBİTAK tıbbi araştırmalar bölümüne başvurdu.
Kurum hazırlanan fizibiliteyi inceledikten sonra bir görüşme yapmayı öngördü. Görüşmeyi tıbbi araştırmalar bölümünden bir profesörle yaptık. Durum kendisine en ince ayrıntılarına kadar anlatıldı. Fakat görüşmeyi yapan profesör, durumun tıbbi olmaktan çok mühendisliği ilgilendirdiğini ileri sürerek, projenin İstanbul Teknik Üniversitesi hidrodinami kürsüsünce incelenmesinin daha doğru olacağı yolunda rapor verdi.
Böylece projeTeknik Üniversiteye gitti. Bu kez Dr. Güran hidrodinami kürsüsü başkanına, tekrar projesinin içeriğini anlattı. Kürsü başkanı oturumun sonunda hemen “olur” raporu vererek şöyle konuştu ” Biz de poröz ortamlarda sıvı geçişlerini araştırmak istiyoruz. Ancak konuyu önce siz düşünmüş olduğunuzdan acaba bize böyle bir araştırma yapmak için olur verirmisiniz?” Dr.Güran hiç düşünmeden “Elbette olur” yanıtını verdi. Sonuçta TÜBİTAK ile bir sözleşme imzalandı. Buna göre yapılan araştırmanın bütün sonuçları TÜBİTAK’a ait olacaktı. Eser sahibinin yalnız ismi kullanılacaktı. Her üç ayda bir kuruma çalışmanın vardığı noktayı açıklayan bir rapor sunulacak, buna karşılık kurum her ay, oluşturulacak ekip ile kullanılacak malzeme karşılığı harcanmak üzere, o gün için on bin TL ödeyecek, bu paranın harcanma biçimi raporlar halinde kuruma bildirilecekti.
Sünger oksigenator için çalışmalar başlatıldı. Perfüzyon çalışanlarından kurulu bir ekip oluşturuldu. Piyasada çalışan bir tornacıyla işbirliği yapılarak, düşunülen sünger oksigenatorun ilk prototipleri bronzdan yaptırıldı. Sonuncusu heliks biçiminde bir rezervuar ile buna bağlı, içinde sünger bulunan bir hazneydi. Bunların en dışına büyük çaplı bir tygon boru geçiriliyordu. Zannediyorum, bunlar halen bile Siyami Ersek Hastanesinin bir köşesinde korunmaktadırlar.
Deneylere geçildi. Her üç ayda bir TÜBİTAK’a raporlar halinde sonuçlar bildirilmeye başlandı. Ilk üç rapor gönderilmişti. Sıra en son, sonucu bildiren rapora kadar gelmişti. Elde edilen oksigenator 300 cc hacimli, yaklaşık 2 lt/dak. kan akımını arteryelize edebilen bir cihazdı. Bunun anlamı bu oksigenatorun hastanın, hiç bir doldurma sıvısı kullanılmadan, kendi kanıyla prime edilebileceğidir. Demek ki buna “autoprime” da denilebilirdi.
Ne var ki, bu son rapor TUBİTAK’ a hiç ulaşamadı. Çalışma tamamlanamadı. Çünkü, daha önceki makalelerde anlatıldığı gibi, Dr. Güranın İstanbul Göğüs Cerrahisi Merkezi’ ndeki işine son verilmişti. Çalıştığı laboratuvarın kullanmasına da izin verilmiyordu. Böyle olmasaydı, “sünger oksijenatör” daha 1968 yılında Türkiyemizde keşfedilmiş olacaktı.
İşin burasına gelince akla hemen şöyle bir soru geliyor : Biz bütün bu çabaları neden gösteriyoruz?… Elbette kalb-akciğer makinasının doldurma hacmini en küçüğe indirmek için. Öyleyse acaba bu kalb-akciğer makinaları tümüyle devre dışı bırakılabilir mi?… Kalb-akciğer makinası kullanmadan açık-kalb ameliyatı yapılabilir mi?…
Bu sorunun da yanıtı “evet” tir. Bunun nasıl gerçekleşebileceğini başka bir makalede anlatmaya çalışacağım.