BAŞLARKEN
Bence heyecanları doğurup yöneten de, her baktığımızı şiir eden de akıldır; akıl dışında insanoğluna yakışan hiçbir şey yoktur.
Nurullah ATAÇ
“Dergilerde (Deneme)” adlı betikten
Yapı Kredi Yayınları, S.101
———————————————————————————–
Bu çalışmaya başlarken niyetim, uykunun bilimi ile düşleri anlatmaktı. Fakat başlangıç için, düşlerin kaynağı olan beynimiz ile zekadan (anlak) söz etmek gereksimini duydum. Bu bir kısa giriş olacaktı. Ne varki giriş diye düşündüğüm konu uzadıkça uzadı. Ayrı bir konu kadar genişledi. Ben de yazmaya niyetlendiğim ilk düşünceyi sonraya bırakarak zeka’ya devam ettim. Meğer söylenecek ne kadar çok söz varmış?… Hepsi yazmaya başlayınca birer birer ortaya çıkmaya başladı.
Zeka üzerinde bu kadar uzun durup düşünmemin bir başka nedeni de bir akşam dostlarla yaptığımız yemekli toplantıda zeka üzerine yapılan tartışmadır. Orada bulunanlar hep “tilki zekası”nın tanımını yapıp hiç yaratıcı zekadan söz açmadılar. Özetle kim daha çok kazanmış o başarılı, dolaylı olarak da en zeki kişidir sonucuna varıldı. Para kazanıp servet yapmanın soygunculukla, hırsızlıkla, korsanlıkla, kısaca ahlaksızlıkla da yapılabildiği, dahası çevremizde bunun yüzlerce örneği görülebileceği söylendiğinde gene etkili olunamadı. Peki, bir şeyler icat etme, yaratma gücü ne olacak dendiğinde alınan yanıt : “icadedilenleri taklit ederiz, olur biter” oldu. Zeka konusunda anlatmaya çalıştıklarıma hep hafiften alayla yaklaşıldı. Oysa toplantıdakilerin hepsi uzmanlık alanlarında üst düzeylere gelmiş, dahası bazısı toplumda parmakla gösterilen kişilerdi. Aylar önce yapılan bu konuşmalar beni zeka üzerine yazmaya yöneltmiştir.
Her ne kadar çokça bilimsel terimlerle yazmaktan kaçınıldıysa da, bu çalışmada ister istemez tıbbi konular ile bunların anlatımlarına girme zorunluluğu doğdu. Sıkıcı olabilecek bu bölümleri atlayarak okumak olasılığı vardır. Çünkü adı geçen teknik konular olmadan da insan zekasının incelenmesi ilgi çekicidir. Çoğumuzun üzerinde hiç durmayıp inceleme alanınımız içine almadığımız zeka konusu hem ilginçtir, hem de yaşamsal önem taşır.
N. Ataç yukarıya aldığımız sözleriyle zekaya biraz sanatsal yönden yaklaşmış. Ama insan için zekanın her türlü davranış için çıkış noktası olduğunu unutmamak gerek. Özellikle toplum olarak zekaya verilen önem tartışılmalıdır. Çünkü genelde, “en başarılı kişi en çok para kazanan, buna bağlı olarak en zeki kişi de odur” diye değerlendirmeye bir eğilim vardır. Acaba bu düşünce zinciri bizi doğru yola mı götürmektedir? İşte tartışmaya değecek olan budur. Bize göre çokça para kazanmak için sadece ilkel (primitive) zeka gerekir, yetişir de. Ya gerçek gelişmiş insan zekası?…
İşin önemli yanı toplum olarak ilkel zekayı yeğ tutup onu göklere çıkarmaktır. Sonuçta toplum bireyleri teker teker bu akıma kapılıp zekalarını ilkel düzeyde tutmaya yönelirler. Oysa her insan, zeka gerilikleri dışında, belli bir zeka gizil gücü (potentiel) ile doğar. Onun geliştirilip keskinleştirilmesi sonradan sağlanır. Bu sağlanmazsa sonuçta ilkel zekalılardan oluşmuş bir toplum ortaya çıkacaktır. Bu da ilkel bir toplum demektir. İlkel zekaların ağır bastığı toplumlarda giderek değer yargıları alt üst olur. Dahası zekanın doğru dürüst işlememesi sonucu adalet duygusu da büyük yara alır, eğitim yozlaşır. Böylesi bir toplumun sonu ne olur dersiniz?… Görünen köy klavuz istemez , yıkılır gider elbette. Yıkılır da içinde yaşayanlar sonradan “Bize ne oldu böyle?… Hiç hakketmediğimiz olaylar geldi başımıza” diye yakınır dururlar.
İşte sömürgeciliğin kaynağında toplumların bu yaygın zeka geriliği yatar. Şunu hep anımsamamız gerekir: Bir ulusun eğemenliğine illaki kazanılmış bir savaşla son verilmez. Hiç savaşmadan da onun öz kaynaklarına el koyup sömürgeleştirme olanağı vardır. Üstelik bu durumda kimse sömürge durumuna geldiğini anlayamaz bile. Günümüzde bu yöntem yaygın biçimde uygulanıyor. Özgürlüğü kazanma ya da hiç kaybetmeme hep olumlu insan zekasını gerektirir; tek kurtuluş yolu budur. Ayrıca savaşların da ancak zeka üstünlüğü ile kazanılabileceği gerçeğini göz ardı etmeyelim.
Bir saptamaya göre her bin normal doğuma karşılık bir tane deha dünyaya gelmektedir. Bu istatistik oranlamayı bizim ülkemize uygularsak şu anda 70 bin’e yakın dahinin aramızda dolaşması gerekir. Gerekir, ama biz bunu göremiyoruz. Nedeni de açıktır : Eğitim sistemimizde kalıcı, devrim niteliğinde bir yeniden düzenlemeye gereksinim vardır. Dahası dehaların hiç olmazsa bir bölümünü saptayıp onlara özel eğitim verecek kurumları sağlamamız gerekir. Şimdilik bu konulara biraz uzaktan bakıyoruz. Çünkü bir kaç dahi niteliğinde çocuğa batı dünyasında eğitim verebilmek için yasa çıkarmak asıl sorunu çözmeye yetmemekte.
Tanrı kendine en yakın ya da benzeyen varlık olarak insan beynini yarattı diyoruz. Öte yanda insan da kendi beynine benzeyen bir şey icadetme hevesine kapılarak “Sanal Zeka”yı meydana getirmiştir. Ancak insan kendi beyninin bütün gizlerini çözebilmiş değildir ki bir benzerini ortaya koyabilsin. Elbette elde edilen insan beyninin bir “karikatür”üdür şimdilik. Fakat bazıları sanal zekanın, uzun zaman gerektirmeden, örnekse 50 – 60 yıl içinde insan zekasına çok yaklaşacağı savındadır. Demek ki eldeki karikatürden bir Mona Lisa tablosu doğacaktır. Acaba bu gerçekleşebilir mi? Gerçekleşirse ne olur? Bu konu etrafında bilgisayar bilgini Bill JOY’ un düşündükleri çok önemli.
Bunlar gibi daha bir çok soruya yanıt aramak söz konusuydu. Acaba doyurucu yanıtlar bulunabildi mi?… O halde Okumayı sürdürerek merakımızı giderebiliriz.
Hekimköy, Bodrum 2005 Yalçın GÜRAN
1