Beyin,, yaradılışın baş yapıtı, bizim için hemen hemen bilinmeyen bir yapı…
Nicolaus Steno
Danimarkalı Anatomi uzmanı
“ Lecture on the Anatomy of the Brain” adlı yapıtından
1669
——————————————————————————————
Yaradılış tümüyle mucizedir. Ama, mucize sözcüğü sizi yanılgıya düşürmesin. Kesinlikle hep tekdüze, katı değişmez kuralların geçerli olduğu bir gelişimdir bu. Asla karmaşık (kaotik) olayların yaşandığı bir süreç olmayıp evrenin her noktasında aynı biçimde gelişir. Tek hücreliden en gelişmişine kadar canlı varlıklar, dahası cansız dediğimiz doğa, atomlar moleküller… Sonradan bu cansız moleküller arasında protein moleküllerinin oluşup biraraya gelmeleri. Bunlara belli bir düzeyde etkili bir uyarımın oluşması nedeniyle, hayatın doğması, dahası devamı… Bu uyarım belki de radyoaktiv kaynaklıdır. Ne olduğunu bilemiyoruz. Acaba tektonik olaylara her zaman eşlik eden radon gazının yaşamın doğuşuyla ilgisi olabilir mi? İnceleyip araştırmaya değer. Ya da evren ile onun içinde oluşan görkemli olduğu kadar gizemli fiziksel doğal olaylar?…
Ancak yaradılış süreci içinde seçkin yeri olan bir yapı var ki işlevi yüzünden kendini yaradana yaklaştırmaktadır. Bu, zekanın da oluştuğu yer olan insan beyni, daha doğrusu merkezi sinir sistemidir.
Nicolaus Steno’nun 1669 da söylediği yukardaki sözler o gün için tam anlamıyla geçerliydi. Aynı sözleri, bir parça farkla, bu gün de tekrarlamamızda bir sakınca yoktur. Çünkü beyin işlevlerinin bazıları saptanabildiği halde hala bu ıslevlerin tamamı, yüzde yüzü, bu gün bile bizim için bir bilinmeyenler yumağıdır. Ama artık anatomi üzerine yazılmış yapıtlarda böyle sözler söylenmiyor. Belki de daha ileri gidebilme umudununu kaybettiğimiz için ya da elde edilenleri yeterli bulduğumuzdan ötürü sessiz kalıyoruz.
Merkezi sinir sistemi, özellikle de beyin, hiç bir dildeki sözcüklerle anlatılamayacak kadar olağanüstü görkemli yaradılışlardır. Görece olarak çok küçük bir hacim içine sığdırılmıştır bu organ : Toplam vücut ağırlığının % 2 si kadardır. Buna karşılık bütün vücudun kullandığı oksijen ile enerjinin % 20 sini kullanır. Insan aklının, işlevlerini anlama olanağına ulaşamayacağı yapıda doğal bir bilgisayardır. Son yıllarda öz maddesi plazmatik yapıda bilgisayarlar üretilmesi, kuramsal alanda, gündeme gelmiştir. Ama bunların yapısal maddesine bakarak insan beyninin işlevlerine ulaşmasını beklemek anlamsız bir uğraş olur. Çünkü, bir çalışmada, insan beyninin en gelişmiş bilgisayardan 702 kat daha güçlü olduğu ortaya konmuştur.
Biraz derince düşünülürse Tanrının herşeyden önce merkezi sinir sistemini yaratıp bütün öteki organları onun yaşamını sürdürmesi için yardımcı olarak meydana getirdiği sonucuna varılabilir. Bu düşüncenin izlerine embriolojiyi inceleyerek de varmak olanağı vardır. Ana rahmindeki dölüt (embrio) daha 2 mm boyunda iken, öteki organların izleri bile yokken, bir oluk biçiminde merkezi sinir sistemi ile kalbin gelişmekte olduğu gözlemlenebilir. Demek ki merkezi sinir sistemiyle dolaşım sistemi önde gelen organ sistemleridir (Bkz Hanry Gray’in Anatomy of the Human Body adlı yapıtı). Doğumdan sonra da en hızlı gelişen organ beyindir. Öyle ki merkezi sinir sisteminin gelişmesinin % 80 i yaşamın ilk iki yılı içinde tamamlanır.
Böylece Tanrı, belki de kendine en yakın varlığı, insan zekasını yaratmış oluyordu. Kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim’in özünden de anlaşılabileceği gibi ilk gönderilen peygamber insan aklıdır. Bunu Prof.Dr. Yaşar Nuri Özturk yazdığı kitaplardan birinde anlatmaktadır. Doğal olarak burada sözü edilen pozitiv yönde çalışan insan aklıdır. Daha sonraki peygamberler, belki de insan zekasının kendine verilen görevi tam olarak yerine getiremediğı anlaşıldığı için, gönderilmiş olabilirler. Ama şunu akıldan hiç çıkarmamak gerekir : Evrende insanoğluna, belki de bütün yaradılanlara Tanrı tarafından verilmiş en değerli hazine olumlu yönde çalışan insan zekasıdır.
Bütün öteki organlar, kan da içlerinde olarak, beynin varlığını sürdürebilmesi, beslenmesi, işlevlerini gerçekleştirebilmesi için vardırlar sanki. Tıpkı bir bilgisayarın mikroçipleri dışındaki bütün hardware bölümleri ile software’i gibi. Nasıl bir bilgisayarın mikroçipleri yerlerinden çıkarıldığında bilgisayar işlemez hale geliyorsa, merkezi sinir sistemi de bir yolla devre dışı kalırsa insan gövdesi işe yaramaz bir organ yığınına dönüşecektir, bir ceset olacaktır. Bunu bazı hallerde, yalnızca beynin çalışamaz hale gelmesi yüzünden, bitkisel yaşam dediğimiz durumun ortaya çıkmasıyla gözlemliyebiliriz. Buna omurilik soğanı da eklenirse insan yaşamını yitirecektir. Çünkü bu sonuncusu yaşamı otomatik olarak sürdüren bazı merkezlerin bulunduğu yerdir.
Öteki organların tersine, beyin sinir dokularının kendilerini yenileme yetisinin olmadığı yakın zamana kadar savunulmaktaydı. Buna göre her hangi bir nedenle yok olup giden nöronlar bir daha yerine gelemiyordu. Ancak son yapılan araştırmalar bunun böyle olmadığını göstermektedir. Ergin beyninde yok olan nöronların yerlerine yenilerinin geldiği gösterilmiş olsa bile bunun nasıl olduğu tam olarak açıklanabilmiş değildir. Harvard Tıp Okulundan Shinichi Yoshimura ile arkadaşları tarafından yapılan araştırmada Fibroblast Growth Factor-2 (FGF-2) adı verilen bir etkenin, girus dentatus’da, travmatik beyin yaralanmalarından sonra nörogenesis ile dejenerasyonu düzelttiği bulunmuştur. Anna F. Hallbergson ile arkadaşları da bu konuda bir makaleyi yayınladılar. Ancak Yoshimura olayın onların tanımladığı kadar basit gelişmediğini göstermiştir.
Bunların dışında bu günlerde Kök Hücre implantasyonu (ekimi) yoluyla omur ilikten kaynaklanan felçlerin sağıtıldığı haberleri alınmakta. Bunlar henüz araştırma düzeyinde kalmaktadır. Ancak belki de kısa sürede olağan sağıtma yöntemleri arasında görebileceğiz bunu. Ne var ki, bu yöntemin beyinden kaynaklanan felçlere uygulanması ile ilgili açık bir bilgiye ulaşamadım
Sinirlerin myeline kılıfları uyarı gidişini hızlandırdığı gibi % 75 oranında yağ içerir. Böylece az bilinen bir gerçek olarak beynin kuru ağırlığının kabaca % 60 oranında yağdan oluştuğunu söyleyebiliriz. Geri kalan % 40 lık bölüm protein yapısındadır. Bilim adamları önceleri beynin yağ yapısının alınan besinlerden etkilenmediğini, buna karşı korunduğunu düşünmekteydiler. Artık besinle alınan yağ asidlerinin bütün yaşam boyunca beyin gelişimiyle onun işlevlerini etkilediğini biliyoruz.
Beyin başlıca uzun zincirli çoklu doymuş yağ asidleri, özetle araşidonik ile dekozahegzaenoik yağ asidlerini içermektedir. Besinlerle araşidonik asid bol olarak alınmasına karşın dekozahegzaenoik asid için aynı şey söylenemez. Bu asid vücutta çok yavaş olarak üretilebilmektedir. Öte yandan bu sonuncu asidin eksikliğinin ruhsal bozukluklara yol açtığı, bilinç üzerinde ciddi etkisi olduğu da düşünülüyor.
Beynin yüzeyine bir göz atarsak bir çok, gyrus denilen, kıvrımlarla kaplı olduğunu görürüz. Bu kıvrımları düzleştirme olanağımız olsaydı beyin dış yüzeyinin bir büyük boy gazetenin iki sayfasını kaplayacak kadar bir alanı doldurabildiğini görürdük (1500 – 2000 cm2). Bazıları, bu geniş alandan olsa gerek, beyin yüzeyindeki girinti çıkıntılar ne kadar çoksa zeka düzeyinin o kadar ileri olacağını savunurlar. Oysa, 1955 yılında 76 yaşındayken ölen Albert Einstein’ın beyni üzerinde çok sonra Prof. Sandra F. Witelson tarafından yapılan inceleme, beyin gyrus’larında abartılacak bir fazlalık saptanamadığını göstermiştir. Ancak, sol inferior parietal bölgede, sol hippocampus’da öteki beyınlere göre % 15 fazla gelişme bulunmuştur. Öteki bazı araştırıcılar, Einstein’ nin glia hücrelerinin fazlaca asetilkolin üretmiş olabileceğini, bunun da zekayı olumlu yönde etkilemiş olabileceğini söylemişlerdir. Bu elbette bir varsayımdır. Çünkü zekanın çalışması sırasında bir tek değil elliye yakın kimyasalın beyinde iş gördüğü bir gerçektir. Bunu akıldan çıkarmamak gerekir.