UYKUNUN KURGUSAL (FICTIVE) YÖNÜ…(üçüncü kitaptan)

Uyku, bilim-kurgu (science-fiction) yazınında da yer alagelmekte olan bir konudur.

Bilim-kurgu yapıtları, meydana getirildikleri günlerde gerçeklikten çok uzak olup, bir masal niteliği taşırlar. Buna karşılık insanların o konudaki özlemlerini de bize aktarmış olurlar. Belki de bu yüzden gerçeklerden fazlaca uzaklaşıp masal dünyasına dalmamaları gerekir.

Bunlar içinde yıllar sonra gerçek olmuş düşler vardır. Buna en çarpıcı örnek Jules Verne’nin 1865 yılında yazdığı “Aya Seyahat “ adlı kitabıdır. Yazıldlğı günde bir düşü anlatıyordu ama, ondan tam 105 yıl sonra, demek ki bir yüzyıldan biraz fazla olan bir zaman sonra, 1969 da Neil Armstrong’un Apollo 11 aracıyla aya ilk kez ayak basmasıyla, düş gerçek oldu.

Verne’ in düşündüğü uzay aracı bir top mermisiydi. Oysa Armstrong’ un yolculuk yaptığı araç oldukça gelişmiş bir uzay gemisi…

Bilim-kurgu yazınında daha uzak gezegenler için yapılacak yolculuklarda kişilerin yapay olarak uyutulmalarıyla bu yolculuğa katılmaları öngörülmüştür.

Zamanımızda pek çok uzay yolculuğu öyküsü ile sinema filmlerinde buna tanık oluyoruz. Bunların insanlı olan yolculukları boyunca yolculuğa katılan kişiler, gidilecek uzaklıklar ışık yılı ile ölçüldüğünden, uyutularak yollarına devam eder olarak görüntülenirler. Çünkü yolculuk ettikleri uzay araçları aşırı düzeyde gelişmiş olmalalarına karşın ışık hızıyla yol alamamaktadır. Buna uymayan bir durumu “ uzay yolu – star trek “ dizisinde gözlemliyoruz. Bu dizideki uzay gemisi ışık hızına yakın bir hızla yolculuk yapmaktadır. Bu yüzden içindeki insanlar uyutulmadan yolculuk yaparlar.

Bu günkü fizik bilgilerimize göre hiç bir cisim, ışık hızına ulaştığında, cisimsel özelliğini koruyamaz. Bu durumda artık fotonlardan oluşan bir ışık ışını demetine dönüşmüştür. Bir an için cismin ışık hızına ulaşabildiğini varsayalım. Acaba bundan geri dönüş, demek ki tekrar başlangıçtaki cisim haline dönebilme olanağı varmıdır?… Bu sorunun olumlu yanıtı bizi pek çok yeniliğe götürebilecektir.

Günümüzde büyük cisimlerin değil, ama atomların ışınlanabileceği gösterilmiştir. 17 Haziran 2002 de Avustralya Ulusal Üniversitesinden (Australian National University – ANU) Dr. Ping Koy Lam başkanlığındaki bir fizikçi ekibi bir laser ışınını bir konumda ayrıştırarak, yaklaşık bir metre ötedeki başka bir noktada tekrar oluşturmayı başardıkları açıklandı. Ancak, Dr. Ping Koy Lam, insanların ışınlanması konusunda, daha ışık yılı kadar gerilerde olduğumuzu da söyledi.

Bilim-kurgu türündeki uzay yolculuklarında kişiler, genel olarak derin hipotermi (derin soğutma) kullanılarak uyutulurlar, uzay gemileri de bilgisayar denetimindeki sistemlerle yollarına giderler. Nedense, bu öyküleri yazanlardan hiç biri hem uyutan, hem de metabolizmayı düşüren bir kimyasalı kullanmayı düşünmemiştir. Demek ki, eskilerin akıllarına bir hibernasyon (kış uykusu) türü uyutma gelememiştir. Bunun nedeni konu ile ilgili araştırmaya gitmemiş olmalarıdır denebilir. Belki de, böyle bir uyutma yönteminin devamlılığını sağlamada zorluklar olacağı düşünülmüştür. Ama, aynı güçlükle derin soğutma yönteminde de karşılaşılması olasıdır.

Her ne hal ise, yazarlar için yolcuların uyku halinde olmaları çok ince bir ayrıntı gibi algılanmıştır. Asıl amaç öyküde yaşanan serüven olmuştur. Bu yüzden akla ilk gelen uyutma yöntemi olarak derin hipotermi öngörülmüş olsa gerektir.

Buna karşılık, şimdilerde uzay yolculukları için hibernasyon türü uyutma tartışılır olmuştur. Hibernasyon bazı kimyasalların uygulanmasıyla gerçekleştirilir. Bu kimyasalların başlıcaları MgCl2 ile MgSO4 ya da H.I.T. (Hibernation Inducing Trigger) dir. Çünkü, bu günkü bilgilerimize göre akıllıca olan yol bu olabilir.

Ancak, hangi yöntemle olursa olsun uyutulan kişilerin, uykuda kaldıkları sürece zamanın işlemediği, başka bir deyişle bu kişilerin uyku sırasında hiç yaşlanmadıkları, belli bir süre sonunda ölmeyecekleri varsayılmıştır. Öyle ki bunların gezegenimizdeki eş ya da dostları yaşlanırken onlar uykuya geçtikleri andaki yaşlarda kaldıkları kabullenilmiştir. Bu konudaki öykülerde anlatım hep böyle olmuştur. Bu, Görecelik Kuramı uyarınca, ancak ışık hızıyla yolculuklarda görülebilecek bir durumdur.

Aynı düşünceyle, doğası kötü bir hastalığa yakalananlar, belli bazı yöntemlerle (derin soğutma) uyutularak, hastalıklarını yok edecek uygulamalar bulununcaya kadar, böylece korunmaktadırlar. Bu güncel bir gerçektir. Oldukça pahalı bir uygulama olmasına karşın, bu gün ABD’ de bu yolla uyutmaya gidilenler vardır. Bunlar uyandırıldığı vakit, (uyandırma işleminin başarılı olup olamayacağı kuşkulu olup, şimdiden sonuçlar bilinemez) yaşlanıp yaşlanmadıkları görülebilir.

Dahası, bu kişilerin uyutulma sırasında yakalanmış oldukları kötü huylu tümörlerin de hiç büyümeden, vücuda bir zarar vermeden oldukları gibi kalacakları, demek ki, onların da uyuduğu varsayılmıştır. Derin soğutmayla elde edilen uyku döneminde metabolizma hızı çok düşüp sıfır noktasına çok yaklaşacağından, bu olanak var sayılabilir. Ancak hibernasyon ile normal uykuda metabolizma hızı çok aşağı düzeylere inmez.

Metabolizmanın, bütün yaşamsal işlevlerin durma noktasına yaklaşması ya da durması düzeyine inmesi derin soğutulmayla, bir de ölüm halinde olanak içindedir. Belki de bu yüzden, uzay yolculuklarında derin soğutma ile uyutma yeğ tutulmuştur.

Her türlü olanağın ötesinde, çok uzun süre hareketsiz bırakılan oynak yerleri (mafsallar) katılaşarak oynamaz hale gelir. Dahası buraları, kalsium çökmeleri yüzünden kemikleşir. Bu hale gelmiş bir oynağı kımıldatıp bükme olanağı yoktur. Demek ki, kişi kolunu bacağını oynatamayacak, omurgasını eğip bükemeyecektir. Sonuçta hiç kımıldayamayan yontu (heykel) benzeri bir varlık elde edilmiş olur. Bunların kaburga oynakları da aynı biçimde kilitleneceğinden solunumda büyük problemler yaşanabilir.

Bundan başka, çok uzun süreli derin soğutma ile uyutulanlarda, kaslara sinirsel uyarılar gönderilmeyecektir. Bilindiği gibi, bir kas sinirsel uyarı almayınca ya da bu uyarılar azalınca giderek doku olarak ufalır sonunda yok olarak fibröz bir dokuya dönüşür. Yaşamda buna en güzel örnek, omur ilikten çıkan sinirler üzerine disk fıtıkları yüzünden olan basılardır. Burada hastanın bir bacağı kas dokusu kaybı yüzünden incelir. Bu, o hasta için bir cerrahi girişim endikasyonudur.

O halde, derin soğutma ile uzun süreli uyutulanlarda, yolculuk bittiğinde kaslar da eriyip, sonunda II. Dünya Savaşı sonrası, Belsen-Bergen, Auswitch vb. Toplama kamplarındaki iskelete benzer insanlarla karşılaşılacak demektir. Kamplardaki insanlar, uygun şartlara gelip gereği gibi beslenince eski durumlarına kavuştular. Ama uyutulanlarda bu fırsat elden kaçmış olabilir.

Kas kayıplarını önlemek için, düzgün aralıklarla kaslara, (V = R.I elektrik formülü uyarınca) düşük voltaj, yüksek direnç ile düşük akımlı elektrik uyarımları yapılmalıdır.

Gerek günümüzde sağlık kaygısıyla uyutulanlarda, gerekse bilim kurgu öykülerinde anlatılan uyutmalarda bu sakıncalar göz ardı edilmiş olarak görülüyor. İzlediğimiz öykülerde, uyanan kişiler hemen normal devinimlerine kavuşmaktadır. Acaba sağlıkları yüzünden uyutulanlar uyandıklarında oynak yerlerini kolayca bükebilecekler mi? Bunun için de, edilgen (pasif) bir biçimde bütün oynakları, her gün hareket halinde tutmak gerekir.

Derin soğutmayla uzun süre uyutulanlarda, bir başka problem de bu sırada kalbin doğal olarak durmasıyla dolaşımın sağlanamamasıdır. Dolaşım durunca kan bütün damar sistemi içinde pıhtılaşacaktır. Çünkü, damar içinde de olsa kan akışındaki değil durma, yavaşlama bile pıhtılaşmayla sonlanır. Bunu önlemek için başlangıçta heparin vb gibi bir antikoagülan verilebilir. Ama sonradan, bu maddenin harcanıp yok olması gerçekleşeceğinden. tekrar enjeksiyonu faydasız olur çünkü antikoagülanı bütün dolaşım sisteminde dolaştıracak kan akımı yoktur. Öyleyse vücuttaki bütün kan boşaltılıp, bunun yerine kandan başka bir sıvıyla doldurulabilir dolaşım sistemi. Ama bunun da yararı tartışmalı olacaktır. Çünkü belki de ince damarlardaki kan boşaltılamayacağından, buralarda pıhtılaşma olacaktır. Bu da başarısızlık için yeterli nedendir. Zira en önde önem taşıyan da bu ince damarlardır.

Uygulanan yapay yollarla, çok uzun süre süren uyku sırasında, dışardan hiç bir türlü yağ asidi alınması söz konusu olamayacaktır. Bu süre içinde vücut kendi yağlarını harekete geçirip harcar. Belli bir süre sonunda, dışardan yağ asidi katılımı olmayacağından, sinir sistemi miyelin kılıflarını katbedecektir. Bilindiği gibi, sinir sisteminde uyarı ulaşımı, miyelin kılıfları olmayınca durur. Bunun anlamı, böyle durumlar sonunda, beyin de içinde olarak, bütün sinir sisteminin durmasıdır.

Ne var ki, bu anlatılan sakıncalardan, bilim-kurgu öykülerinde söz edildiğine rastlamıyoruz.

Hibernasyon yöntemiyle uyutmada, çok uzun süreler söz konusu olmadıkça, böyle bir sakınca yoktur. Çünkü bu yöntemde dolaşım yavaşlasa da kan akımı sürekliliğini korur. Gerçekten de, örnekse, ayılar kış uykusundan tam da gerekli süre sonunda uyanırlar. Bu, tanrı tarafından öngörülen bir özelliktir. Öyle görülüyor ki, doğa koşullarından çok uzaklaşmak ya da bunları çok zorlamak, pek de akıl karı değildir.

Bilemiyoruz, bu sakıncalar kurgu-bilim yazınında uzun süre, hele derin soğutmayla uytulanlarda göz önüne alınıp gerekli önlemler hiç düşünülmüş müdür?

İnsanın bir an aklına geliyor : Yoksa gece uykuları da mı tümörlerin büyümesine engel olmaktadır? Doğrusu araştırmaya değecek bir varsayımdır bu. Örnekse, çok hızlı büyüyen tümörler gözlem altına alınarak konu araştırılabilir belki de.

Bu tür uygulamalarda zamanın durduğunu onaylarsak, uyku sırasında bir takım yenilenmelerin olduğunu, dolaylı olarak bu sırada yaşamın hep yenilenmelerle geçtiğini de onaylamış oluruz.

Acaba, durum bu yolda mı ilerlemektedir?

Gerçek, sağlık kaygısıyla derin dondurma yöntemiyle uyutulanların uykularından uyandırıldıkları zaman ortaya çıkacaktır. Ama şimdiden bir kestirim yapmak gerekirse, biz bunun böyle olmayacağı kanısındayız.

Daha önce de söylediğimiz gibi uyku, uynıklık döneminin doğal bir uzantısıdır. Uyanıkken biokimyasal olarak grçirdiğimiz bütün evreler uyku sırsında da yaşanır.

Uyanıkken rahat, mutlu olduğumuz dönemlerde stres hormonları düzeylerinde azalma gözlenir. Bu sırada yapıcı işlemler, özellikle bağışıklık sistemi güçlenmesi ön sıradadır. Ama stres doğuran bir nedenle karşılaşıldığında, stres hormonları yüksek düzeyde salgılanmaya başlar. Bağışıklık sistemi, durumun ağırlığına bağlı olarak, çöküntüye kadar gidebilir.

Uykuda da benzer olaylar yaşanır. NREM uykusu sırsında stres hormonları düşük düzeydedir. Ama REM uykusunda, beyin etkinlikleri sonucu görülen bazı düşler bu hormonların düzeylerinin yükselmesine yol açar. Gerçekten de REM uykusu dönemi, bazı özellikleri bakımından uyanıklık dönemine çok benzemektedir.

Kısaca, biokimyasal değişiklikler konusunda uyku ile uyanıklık dönemleri arasında fark yoktur. Bu doğal süreçlerin kesintisiz süregideceği anlamını taşır. Öylece, kişi uyanık olduğu sırada olduğu gibi uykuda da, yaşlanmayı gerçekleştiren süreçler neler ise, bunları yaşayıp yaşlanmayı sürdürecektir. Bu yönden kişinin uyur ya da uyanık olması durumu değiştiremez. Demek ki, uyku sırasında yaşam süreçlerini yürüten biokimyasal zaman saati durmaz, durdurulamaz.

Sonuç olarak da, kişi yaşlanmayı sürdürerek belli aşamalardan geçip sonunda ölümle karşı karşıya gelecektir. Bunun tersini düşünüp savunmak, uyutma yoluyla ölüme çare bulma anlamını taşır ki, günümüzde buna olanak olmadığını biliyoruz.

Uzay yolculukları için öngörülen uyutma yöntemleri için de bu gerçek geçerlidir. O halde, uzay yolculuğunu anlatan öykülerde ortalama insan ömrünü geçecek zamanlar için uygulanan uyutularak yolculuk anlatımları, derin soğutulma dışında, gerçekten uzaktır . Ama diyeceksiniz ki anlatılan bir öyküdür. Burada masalsı anlatımlara pek te ala yer verilebilir.

Ne var ki, konu bilim kurgu türünde bir olgu olduğundan, anlatım sırasında bilimden fazlaca uzaklaşma da uygun olmasa gerektir. Masallarda devler, parmak büyüklüğünde insanlar, aklın almayacağı mucizeler konu edilebilir. Buna en güzel örnek, büyükler için yazılmış bir masal olan Jonathan Swift’ in bir başyapıtı, ayrıca bilim kurgu özelliği taşımıyan “ Gulliver’ in Seyahatleri “ adlı çalışmasıdır.

Ama, bilim kurgu’ da bunlara yer vermemek gerekir. Hiç unutmayalım ki, bilim kurgu türü yapıtlar, bir yönleriyle ilerde insanlığın kavuşma özleminde olduğu bilimsel gerçekler ile buluşları bize aktarmaya çalışırlar. Onların bir özelliği de budur. Ya da öyle olmalıdır.

O zaman geriye, ışık yıllarıyla ölçülen uzaklıklara yolculuklarda, ışık hızıyla yolculuk yapma yöntemleri kalıyor. Uzay Yolu (Star Trek) adlı bilim kurgu yapıtı bu bakımdan doğruluğa yaklaşmıştır. Ama, bu günkü bilgilere göre böyle bir hıza ulaşma olanağı da yoktur. Olsun, bu da öykünün akılları fazla karıştırmayan masalsı yönü olarak alınabilir. Belki de bir zaman sonra bu hıza ulaşma olanağı bulunabilecektir ( Dr. Ping Koy Lam ile ekibinin yaptığı çalışmaları anımsıyalım ).

NOT : Işık hızıyla yol alınsa bile, bizim güneşimiz dışında, en yakın güneş sistemlerine varış 4.5 – 12.5 yıl içinde olacaktır.

One Response to UYKUNUN KURGUSAL (FICTIVE) YÖNÜ…(üçüncü kitaptan)

  1. gokhan diyor ki:

    HOCAM GERCEKTENC COK GUZEL BIR MAKALE DIGERLERINIDE OKUYACAGIM KOLAY GELSIN…

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>