Düş görme ile REM uykusu arasındaki ilişki, ilk kez 1953 te Eugene Aserinsky ile onun tıp fakültesindeki öğretmeni Nathaniel Kleitman tarafından ortaya konmuştur. Aserinsky bu keşfi yaptığı yıl Chicago Üniversitesini yeni bitirmişti. Bu buluşlarından ötürü Asrinsky ile Kleitman modern uyku araştırmalarının kurucusu olarak bilinirler.
Ancak çok daha gerilere giderek, uyku üzerine ileri sürülmüş kuramlar ile bunun üzerinde yapılan çalışmalara bir göz atmak gerekir.
On dokuzuncu yüzyılda uyku için pek çok kuram ileri sürülmüştür. Uykunun nedenini anlatmaya çalışan bu kuramların bazıları şunlardır :
1 – En çok tutulan bir kurama göre, uyku ile kan dolaşımı arasında bir ilşki olmasıdır. Özellikle uykunun, beyinde kan akımının artması ya da kan basıncının yükselmesi ya da beyinde kan akımının azalması sonucu (anemie cerebral) ortaya çıktığı düşünülüyordu. Bu son fikri ilk kez İ.Ö. 6 ıncı yüzyılda bir Yunan hekimi olan Alameon ileri sürmüştür.
2 – İki kimyasal yaklaşımın uyku nedeni olduğu ileri sürülmekteydi. Bunlardan birisi beyinde oksijen azlığının olması, ıkıncısı ise kolesterol, karbon dioksid, “ ürotoksinler “ ya da “ lökonin “ ler gibi zehirli maddelerin beyinde birikmesiydi. Bu zehirli maddeler gün boyu birikerek uykuya neden oluyorlar, ama öte yandan uyku sırasında yavaş yavaş yok oluyorlar diye düşünülüyordu.
3 – Merkezi sinir sistemi için yeni bir yaklaşım, sinir sisteminin elektrik etkinliğinin olduğunun gösterilmesi ile yenilerde nöron’ un isimlendirilmesi sonucu, 19 yüzyılın ortalarında uyku nedeni için nöral kuramlar ortaya çıktı. Bunlardan biri, uyku sırasında sinir hücreleri arasındaki iletişimin “ nöron felci “ ile kesilmesidir diye düşünülmesidir.
4 – Daha önce yapılmış olan deneyler taban alınarak davranış kuramları, 1800 lü yılların sonlarında ortaya kondu. Bir “ önleyici refleks “ in uykuya neden olduğu ileri sürüldü. Başka bir deyişle, uyku bir şeyin kapatılması ya da ortadan kaldırılmasıyla oluşuyordu.
5 – Bu önleyici refleks kuramı genişletilerek, uyanıklığın kaybolmasının duyuların uyarılmalarının yok olmasıyla bağıntılı olduğu söylendi. Bu kuram, yüzyılın sonunda, uyku ile uyanıklığın üzerinde beynin etkisinin olduğunun bulunmasıyla terk edildi.
Beyinde kan akımının azalmasının uykuya değil, ama bayılmaya neden olabileceğini bu günkü bilgilerimize göre onaylıyoruz. Ancak bayılma patolojik bir olay olup, fizyolojik bir olay olan uykuyla özdeşleştirilemez.
Gene bu gün de, zehirli maddelerin birikmesiyle, örnekse karbon dioksidin birikmesine bağlı olaral uyku halinin ortaya çıkacağı (Pick Wick Hastalığı) bilinir. Ama bu bir patolojik durumdur. Uyku ise yaşamın normal bir parçasıdır. İkisi arasındaki ayrımı yapabilmek gerekir.
Eskilerin nöron felci diye tanımladıkları durum, bu gün beyin yıkımlarında görülebilen bir özelliktir. Bu da patolojik bir olay olup, normal uykuyla hiç bir ilişkisi yoktur. Koma bu yüzden oluşur.
Bunları neden söylüyoruz?…
Çünkü, beyin gibi işlevlerini tam olarak bilemediğimiz bir organın etkinlikleri çerçevesinde akıl yürütürken, her zaman yanılgıya düşme olasılığını da birlikte geleceğini kabullenmek zorundayız. Belki bundan iki yüzyıl sonra, uyku için bu gün söylediklerimize bakıp, “ne kadar aykırı fikirler üretmişler?…” diye düşünüp şaşkınlığa düşebilir, bizden sonra gelenler.
Hiç unutmamak gerekir ki, yirmibirinci yüzyılın başlarında olmamıza karşın, beyin işlevleri konusunda pek fazla bilgimiz yok. Bu bilgi dağarcığı tam doluncaya kadar gel-git’ler yaşayacağımız bellidir. Ne yazık ki, biyoloji ile tıbbın elinden, belki de uyguladıkları yöntemlerin özelliklerine bağlı olarak, bundan fazlası gelememektedir.
Tıp araştırmaları yöntemindeki başlıca eksikliğin, kullanılan bilim dilinin matematik dili olmaması gibi görünüyor. Bir örnek olarak Fiziği alırsak, bu displininin dili matematik olduğu içindir ki bu kadar ileri gidebilmiş, vardığı sonuçlar oldukça uzun süreler sonunda değişikliğe uğrar olmuştur. Tıpta ise 3 – 5 yılda bir, birbirine tümüyle zıt değişik görüşlere (concept) yer verilmektedir.
Bir de, tıp araştırmalarında genellikle deneme-yanılma yöntemi kullanılır, Bu yöntemin bilimsel araştırmalarda yeri olamaz. Kesinlikle bir kenara bırkılmalıdır.
Matematiğin ne denli önemli olduğu konusunda Galileo Galilei’ nin 16. ıncı yüzyıl sonlarına doğru, demek ki bundan yaklaşık beş yüzyıl kadar önce, söylediği şu sözlerin yeteri kadar açık, ayrıca çarpıcı olduğu kanısındayız :
“ Bilim, gözlerimiz önünde açık duran ‘evren’ dediğimiz o görkemli kitapta yazılıdır. Ancak, yazıldığı dili ve abc (alfabesini) öğrenmeden bu kitabı okuyamayız. Bu dil matematiktir. Bu dil olmadan kitabın bir tek sözcüğünü anlamaya olanak yoktur. “
Uyku üzerine duyulan ilk ilginin tarihini söylemek zordur. Buna benzeyerek, ilk uyku araştırmasını yapan kişinin kim olduğu ya da üzerinde çalıştığı konunun ne olduğunu bilebilmek de kolay değildir. Afyon (opium) nun bulunması sonucu eski Mısırda uykusuzluk sağıtımının yapılması (İ.Ö. 1300), bir başlangıç noktası olarak alınabilir mi?… Ya da ondan çok sonra Yunan hekimi Alameon’un (İ.Ö. 600) uyku için ileri sürdüğü beyin kan dolaşımı ile ilgili kuram mı çıkış noktasıdır?… Yoksa Hippocrates’in Corpus Hippocraticum’ unda sözünü ettiği (İ.Ö. 400) “ uyku kuramı “ mı uyku konusundaki düşünceler için bir başlangıç olabilir?
Bunları birer başlangıç olarak alsak bile 1800 lü yılların başlarına kadar, uyku araştırmaları için hiç bir çalışmaya rastlamıyoruz. Bu alana, hristiyanların Mukaddes Kitabı ile Hz. Muhammed (S.A.V.) in uykuya yaptıkları göndermelerle İ.Ö. 350 yılında Aristotle’in uykuyu “koruma için bir duygu algılamasının bastırılması “ biçiminde yaptığı tanım dışında, uzun bir sessizlik dönemi egemen oluyor.
Bu sessizliği bozan bir tek çalışmaya tanık oluyoruz. 1729 yılında, bir Fransız astronomu olan Jean Jacques d’Ortous de Mairan bitkilerde biyolojik uyumlar (rhythms) üzerine araştırmalar yapmış. Bu araştırmacı, her şeyden önce biyolojik uyumlarla denemeler yapılması gerektiğini düşünmekteydi.
Aradan geçen bu uzun zaman süresinde, biyoloji ile tıpta olan ilerlemeler, belki de konunun anlaşılması için belli düzeye varma olanağı vermiştir bizlere.
Öyle ki uzun bir aralıktan sonra ilerleme hızla gelmiştir. Harvard Üniversitesi psikiatri profesörü James Allan Hobson yayınladığı Sleep adlı kitabının hemen başında, “ son 60 yılda, geçtiğimiz 6000 yıldan çok daha fazla uyku üzerine bilgi edindik “ demiştir.
Gerçekten de nöroloji, psikoloji, psikiatri, fizyoloji, kardioloji, oto-rino-laringoloji – listeyi daha da uzatma olanağı vardır – , disiplinleri, uykuyu kendi alanları içinde incelemeye almışlardır. Bu durum uykunun bir çok disiplini ilgilendirdiğini gösteriyor.
Bin sekizyüzlü yılların başlarında iki nöro-anatomici, uyku ile uyanıklık konusunda anlamlı olan deneyler yaptılar. 1809 yılında Luigi Rolando kuşların bir beyin yarım küresini çıkardığı zaman sürekli uyku durumuna geçtiklerini gösterdi.
Ancak burada, buna bir soruyla açıklık getirmek gerekir. Kuşların bir tam beyin yarımküresi çıkarıldığına göre. Alınan sonuç doğal, normal bir uykumudur?… Yoksa, patolojik bir durum olan koma hali midir?… Yapılacak bir irdeleme sonucu ortaya çıkabilecek bu soruların yanıtlarının ilgi çekici olacağı kanısındayız.
Marie Jan Pierre Flourens de, 1822 de aynı deneyi güvercinler üzerinde tekrarladı. Her iki deneyin de sonuçları aynı olmuştur.
Bu süre içinde, insanlara kronobiyoloji uygulaması yapılmıştır. Kronobiyoloji, biyolojik olgular üzerine zaman dönemleri ile çevrenin etkilerini inceler. Buna biyolojik ahenk’ler (biologic rhytms) de denir. On sekizinci yüzyılda Carolus Linnaeus çiçeklerin petallerinin, gün ışığına uyumlu olarak açılıp kapanmalarını inceleyerek bunun çevreyle olan ilgisini gösterdi.
Dr. Edward Binns, 1845 yılında “Anatomy of Sleep “ Uykunun Anatomisi adlı kitabını yayınladı. Bu yapıtında uykuda görülen düşleri inceleyip bu konudaki düşüncelerini dile getirmiştir.
Botanikçi de Candolle ile Pfeffer’in yaptıkları gibi, bitkileri inceleyen bilim adamlarının deneyleri, bitkiler üzerinde biyolojik dönemler ile çevre etkilerinin önemini anlatmaktadır. Kendi üzerlerinde yaptıkları deneylerle, Davy 1845 te, Ogle 1866 da vücut ısılarındaki değişmeleri gösterdiler. Bunlar vücut ısısı gibi olayların biyolojik döngüler ile düzgün gelişen dış etkmenlerden etkilendiğini varsaydılar.
Henri Pieron, bir Fransız bilim adamı, 1913 yılında, uykunun fizyolojik yönlerinden söz eden “ Le Probleme Physiolojique Du Sommeille “ adlı yapıtını yazdı.
“Amerikan uyku araştırmalarının babası” olarak nam yapmış Dr. Nathanniel Kleitman, 1920 li yıllarda, circadian rythms ile uyku yoksunluğu konularını inceleryip bazı buluşlara ulaştı.
Hans Berger, Alman psikiatristi, Kafatası derisine (scalp) elektrodlar yerleştirip beyin etkinlikleri sonucu ortaya çıkan elektrik dalgalarının uyku ile uyanıklık dönemlerinde farklı olduklarını, 1929 yılında buldu. Sonradan 1930 lu yıllarda, beyin etkinliklerini ölçen elektronik aletler, (EEG=Elektroensefalograf) geliştirilmiştir.
Harvard Üniversitesi araştırıcıları, 1935 te, uyku sırasında değişik düzeyde beyin etkinlikleri olduğunu saptayıp, bunları değişik uyku evreleri olarak adlandırdılar.
Frederic Bremer, 1930 lu yıllarda kedilerden aldığı EEG örnekleriyle uykunun ön beyinden kaynaklandığını gösterdi.
Walter Hess, bir İsviçreli fizyolog, 1940 lı yıllarda, hayvanlarda thalamus’un elektrik akımıyla uyarılması sonucu uyku halini meydana getirdi. Gene aynı yıllarda Chicago Üniversitesinden Robert Moore uyku-uyanıklık denetleme merkezinin yerini belirledi. Bunun thalamus’ta bulunan surprakiasmatik çekirdek olduğunu gösterdi.
Gustav Kramer ile Klaus Hoffmann, 1950 lerde, bir biyolojik saatin varlığını kanıtladılar. Aynı zaman diliminde, Colin Pittendrigh circadian saat (dünyanın 24 saatlik dönüşüyle ilgili fizyolojik ritmler) ile bunun ısıyla olan ilgisi üzerine araştırma yaptı. Aynı dönemde, Colin Pittenberg circadian saatlerle bunların ısıyla ilgisi üzerinde deneysei olarak çalıştı.
Daha başta sözünü ettiğimiz, Dr. Nathaniel Kleitman ile öğrencisi Eugene Aserinsky, uyku sırasında göz küresi hareketlerini inceleyerek REM uykusunun varlığını bularak tanımlandılar.
Dr. Kleitman’ın öğrencisi Dr. William C. Dement , 1955-1957 yıllarında uyku evreleri ile 90 dakikalık uyku dönemlerini tanımladı. Dr. Dement uyku dönemlerini kediler üzerinde anlatmıştı. Bu onu uyku deneylerinin insanlarda olduğu gibi hayvanlarda da yapılabileceği fikrine götürdü.
Fransa, Lyon Üniversitesinden Michel Jouvet, 1959 yılında beyin ölümünde EEG belirtilerini tanımladı.
William Dement, 1960 lı yıllarda, REM uykusu sırasında, beyin sapından beyin korteksi görüntü merkezine işaratler (signals) gittiğini buldu. Aynı sıralarda İsviçre Basel Üniversitesinden Marcel Mounier uyku meydana getiren bir peptid (delta sleep-inducing peptide, DSIP) buldu. Bu madde bir hayvana enjekte edildiğinde, onun derin uykuya geçmesine neden oup REM uykusunun toplam süresinin uzamasına neden oluyordu.
Michel Jouvet, 1961 de, fizyolojik uykunun iki bileşenden oluştuğunu, bunlardan birinin telensefalik uyku (yavaş dalgalı uyku), ötekinin rombosefalik uyku (paradoks uyku) olduğunu göstedi.
Fransadan Siffre, 1962 de, yeraltı yaşamını kullanıp ışık gibi dış ortam etmenlerini yok ederek, circadian ritm deneylerini başlattı.
Aynı yıl Alman araştırmacılar, Aschoff ile Wever insan denekleri, her tarafı kapalı bir odaya koyarak, sınırlı dış ortam etkileri altında, insanlarda circadian ritm etkilerini araştırdılar.
H. Gastaud ile arkadaşları, 1965 yılında uykuda meydana gelen apnea’yi (solunum durması) keşfettiler.
Elio Lugoresi, G. Coccagna ile M. Montavanni birlikte, apnea araştırmalarına giriştiler.
Yaşı 85 e ulaşmış Belçikalı neuroscientist Frédéric Bremer, 1977 yılında, kendisinin ünlü “Editorial Review on Cerebral Hypnogenic Centers” adlı makalesini yazdı. Bu makalede Bremer, uykunun önleyici ya da önleyici olmayan bir dizi olaylar zinciri sonucu beynin uyarılmasından kaynaklanabileceğini anlattı.
Tennessee Üniversitesinden James Krueger, 1980 li yıllarda “Faktör S” dediği bir madde tanımladı. Harvard Üniversitesinden Pappenheimer, bunu muramyl peptide olarak hayvanlara enjekte edilince derin uykuya neden olduğunu keşfetti. Bu madde bağışıklık sistemince üretiliyordu.
Daha sonra Krueger muramyl dipeptide (MDP) ile çalışmalarını sürdürdü. Bu madde NREM uykusu meydana getirdiği gibi vücut ısısının yükselmesine de neden oluyordu. MDP nin cytokin’lerin yapımında rol oynadığını da buldu. Cytokin’ler bağışıklık sistemiyle ilişkili, bağışıklık yapan maddelerdir. Bunların bazıları uykuyu da etkiler.
Chicago Üniversitesinden Allan Rechtshaffen, William Dement ile birlikte, 1979 yılında özgün adıyla “ Association for Psycholophysiological Study of Sleep “ i (şimdiki adıyla “ Sleep Research Society “) kurarak 1982 yılına kadar başkanlığını yaptı.
Bundan sonra aynı amaçla değişik adlarda bir çok dernek kurulmuş olup uyku konusu üzerinde yoğunlaşmışlardır.