Abdülhamidin yüz yıl önce uzmanlara yaptırdığı haritaya göre bütün güney-doğumuz petrolle kaplı.
Konu, 200 – 300 ayfalık bir kitabı kapsayacak kadar geniş. Ama biz burada kısa bir aktarım yapmak istiyoruz.
Bu işten anlayan, dahası işin uzmanı olan bazı kişiler Andoluda petrol olmadığını, bu güne kadar hep söyleyip durdular. Öyle ki doğu bölgelerinde petrol araştırması yapan petrol ortaklıkları, yaptıkları petrol sondajlarında yeterli sonuç alamadıklarını söyleyip, açtıkları kuyulara beton enjekte ederek kapattılar. Bu yüzden sadece 2006 yılında, dışarıya ham petrol ile petrol ürünleri için 16 milyar dolar ödemek zorunda kaldık.
Aslında Türkiyede petrol arama işi zayıf yürütülmüştür. Yılda ABD de 17 bin, Romanyada 6 bin kuyu açılırken, Türkiyede yılda 40, tarih boyunca da ancak 3 bin 326 petrol ile doğalgaz kuyusu açılmış bulunuyor. ABD de yalnız Texas eyaletinde bir yılda 3 bin sondaj yapılmaktadır.
Petrol yokluğuna Türk halkını da inandırmış gibi gözüküyorlar. Ama burada, elbette bizim de noksanımızı aramak gerekir. Çünkü topraklarımızda petrol arayıp çıkarma işini, büyük çapta yabancı ortaklıklara bıraktık. Petrol arayıp bulmak için gerekli teknolojimiz mi yoktu? Yoksa, buna yetecek sermayeye mi sahip değildik? Yoksa buna, bir yolla zorlandık mı? Neden her ne olursa olsun bu işte, halk deyimiyle “ yaya kalmış “ durumdayız.
Daha da ileri giderek, bir çok hakkımızı yabancılara teslim etmeye çalışan yeni bir petrol yasasını geçtiğimiz aylarda çıkardık. Pek güzel (!) de, yok olan bir nesne için hiç yasa çıkartılır mı? Demek ki, ne söylenirse söylensin, herkez Türkiyede petrol olduğunu, hem de yayılımcı güçlerin iştahını kabartacak kadar bol olduğunu kabul etmiş görünüyor.
Gerçi Cumurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yeni petrol yasasını 2, 4, 9 uncu maddeleri ile geçici birinci maddesinin bir kez daha görüşülmesi gereğiyle onaylamayıp, TBMM ne geri göndermiştir. Ama sonuç ne olur? Bilinemez.
Ancak burada irdelemek istediğimiz konu bu değil. Ama topraklarımızda petrol bulunup bulunmadığıdır.
Bilindiği gibi petrol, denizde yaşayan canlıların, çok yüksek ısı ile basınç altında, zaman boyunca organik madde olarak ayrışıp hidrokarbonlara dönüşmasi yoluyla oluşur. O halde petrol bölgelerinin çok uzak geçmişte denizlerle kaplı olması koşulu vardır. Gerçekten de geriye dönüp baktığımızda, Anadolu yarımadasının bulunduğu bölgenin (şimdiki güney kıyı şeridi dışında), Geç Triassic dönemden, Erken Tertiary döneme kadar (ard arda gelen 7 jeolojik dönem), yaklaşık bütünüyle Tethys okyanusunun bir uzantısıyla kaplı olduğunu görüyoruz. Elbette bu durum, komşu çevredeki coğrafya bölgeleri için de geçerlidir.
Bunun sonucunda, Arabistan yarımadasında, yakın güney komşularımız Irak ile Suriyede, Hazar Denizi bölgesinde, Karadenize komşu kuzey bölgelerde, daha batıda Romanya’da (Ploeşti), Ege’de, Kuzey Afrikada, dahası Akdeniz’de petrol havzaları vardır. Harita üzerinde gözlenip, dikkat edilirse Anadolu Yarımadasının petrol bölgeleriyle çepeçevre kuşatılmış olduğu anlaşılır. Buna karşılık, her nasılsa Anadolu’da petrol bulunmamaktadır(!).
Böylesi bir sonuç, aklı olan herhangi birine inandırıcı gelebilir mi? Uzun boylu araştırmaya gerek kalmadan, masa başında oturarak yapılacak zihinsel bir kestirim bile daha olumlu sonuç verecektir.
Şöyle düşünülebilir ; Örnekse, Arabistan düzlüğü deniz düzeyine çok yakın yüksekliktedir. Burada kısa derinlikte yapılacak bir sondajla petrole ulaşma olanağı vardır. Bu yüzden araştırma masrafları da az olacaktır. Buna karşılık, Anadolunun doğu bölgelerinde deniz düzeyinden 2000 – 2500 m, ya da daha fazla yükseltilerden sondaja başlamak gerekir. Çünkü doğal arazi koşulları böyledir. Bu da masrafı arttıracaktır. Buralarda petrol sondajı hiç yapılmamış olsaydı bu kanıya kolaylıkla varacaktık.
Ama durum gerçekte böyle değildir. Bir çok petrol kuyusu açılmış, ya niteliği yüzünden, ya rezervi, ya da verimi öne sürülerek, “petrol yok” denip kuyular kapatılmıştır. Sondajları biz yapmış olsaydık, bu söze inanabilme olanağı belki olabilirdi. Ne var ki, o zaman da güçlü yayılımcı dış etkilerle bu sonuca varıldığı akla gelecekti. Çünkü jeolojik, jeofizik koşullar burada petrol olması gerektiğine bizi inandırmış durumdadır.
İşin bir de çok ilginç siyasal yönü vardır. Bilmem hiç ilgilendiniz mi? Kürdistanın Anadolu üzerinde var olduğu savında bulunulan toprakları, bütünüyle bizim doğu ile güneydoğu bölgemizin (petrol bölgeleri) tamamını kaplamaktadır (!!)… Bunu çeşitli haritaları inceleyerek görebilirsiniz. Demek ki, bazı etkin yayılımcı güçlerce bu topraklar Kürdistana verilmek istenmektedir. Bunu da Kürtlerin “kara gözleri” için yapmıyorlar elbette. Burada yayılımcı güçlerin çıkarları söz konusudur. Adı geçen bölgeler resmi ağızlarda “Türkiyedeki Kürdistan” adıyla anılabilmektedir!.. Buna karşı ne tavır alınacağı gün ışığı gibi bellidir. Ama, bu tavrı alabiliyormuyuz ya da alabilecekmiyiz? Bilinemaz…
Bu durumda akla şunlar gelebilir :
1) Bizi petrol konusunda yönlendirmeye çalışanlar, çevredeki petrol rezervleri bir gün gelip tükendiğinde, Türkiyedeki petrolü fazla masraflı da olsa, o zaman çıkarmayı tasarlıyor olmalılar. Onlar için Türkiyenin, petrol yönünden sıkıntı içinde olmasının hiç bir önemi yoktur. Kendi yönlerinden haklıdırlar da. Çünkü kendi petrolümüzü çıkarmanın çabası içinde olmadığımız gibi, onun varlığını bile boş yere tartışıp durmaktayız. Dahası, var olmadığını öne sürdüğümüz petrol için çıkardığımız yasayla elimizdeki olanakları yabancılara teslim etmeye hazırlanıyoruz.
2) Yayılımcı güçler, yaptıkları bir plana gore, Anadolunun doğusunda bir Kürt devletini gerçekleştirerek, her yönden yetersiz olan bu devleti, Türk Devletinden çok daha kolay yönlendirebileceklerini düşünüyor olabilirler. Böylece petrole, bizim elimizde olduğu zamana gore daha rahat ulaşıp, kullanabileceklerdir. Çünkü kurulması düşünülen Kürt devleti, daha baştan bir sömürge devlet olacaktır.
Tümüyle karşıtımız olan her iki durumda da, ister istemez akla, bundan hemen önce (28.02.2007 tarihinde) yayınladığım “ZEKA” başlıklı kitabımın giriş bölümünün 5 – 6 ıncı paragraflarında söylediklerim geliyor. Zamanınız varsa bu bölümü okumanızı öneririm. Toplum olarak olumlu insan zekasına neden sahip çıkmak gerektiği, adı geçen kitabımda etrafiyle anlatılmaya çalışıldı.
Bütün olanlardan sonra “Tanrı sonumuzu hayırlı getirsin” ya da “Tanrı hepimize yeteri kadar akıl versin” demekten başka bir şey söylemek gelmiyor insanın içinden. Çünkü, aklımızı doğru dürüst kullanmadığımız sürece işimiz dualara kalmıştır…