Köpekleri ameliyat ettiğimızde, önce makinayı tam kanla doldurarak çalışmayı yürütüyorduk. Bu biçim çalışmalarda, uzun boylu bir girişimde bulunulmadığı halde, köpeklerin ameliyat sonrası çok kötü geçiyor, hatta hayvanları kaybediyorduk. Bir süre sonra hayvan bulmakta zorlandığımız için, kan donörü köpeklerden yoksun kaldık. Bu kez makina prime’ını serum fizyolojikle yapmaya başladık. Bu dönem köpekleri ameliyattan çok iyi şartlarda çıkmaktaydılar. Sonra tekrar köpek popülasyonu bollaştı. biz de makinayı gene tam kanla doldurmaya başladık. Zannediyorduk ki en iyi prime sıvısı tam kandır. Ama köpeklerin ameliyat sonraları gene bozulmaya başladı. Bundan çok sonra, geriye dönüp baktığımızda, olayın “Homolog Kan Sendromu” olduğu bilincine vardık. Bunu köpek tecrübeleri yaptığımızda farketseydik, ilerde anlatacağımız bazı iyi, ileri sonuçlara erken varacaktık. Demek ki iyi bir gözlemci olmak, önünden geçip giden olaylardan doğru sonuçlara varmak gerekiyormuş. Bu bize, farkına vardığımız andan sonra, iyi bir ders olmuştur.
Biz bu konularla uğraşırken hastanenin hekim kadrosu bir hayli genişlemiş bulunuyordu. Özellikle Heybeliada Sanatoryumundan bazı aktarmalar yapılmıştı. Bu da doğaldır, çünkü daha önce Siyami hoca orada çalışıyord, yetiştirdiği uzmanlar ile eski iş arkadaşları vardı. Bunların bir bölümü Istanbul Göğüs Cerrahisi Merkezine transfer olmuşlardı. Açık-kalb cerrahisini geliştirmekle uğraşanlar dışındakiler, bizlere hafif bir “istihza” ile bakıp, bazan da açıkça alaya alıyorlardı. Çünkü işin yürüyeceğine inanmamış boşa çalıştığımıza karar vermişlerdi. Diyorlardı ki ” Siyami hoca bunlara bir kaç makina vermiş, uğraştırıp duruyor…” Oysa, iş nerede ise sonuna gelmek üzereydi. Elbette bizim bunlara aldırdığımız yoktu. Sessiz sedasız işimize devam ediyorduk. Ancak iş gerçekleşince, durum bütünüyle tersine döndü. Neler mi oldu? Biraz sonra göreceğiz.
Deneysel çalısmalar için bir protokol saptamıştık. Demek ki, ameliyatlar için her zaman belli bir düzen söz konusuydu. Ancak, bizler işin hızlanması yönünden bazı ameliyatlarda ufak tefek değişiklikler yapıyorduk. Bunlar bir borunun yerini değiştirmek gibi basit sapmalardı. Gizli, saklı da değillerdi. Bir gün Heybeliadadan gelmiş olan bir dahiliye uzmanı, Siyami hocaya “Sen ne yapıyorsun? Bunlar senin koyduğun düzeni bozup kendi başlarına iş görüyorlar” demiş. Siyami hoca her deney ameliyatına öteki işleri nedeniyle girmezdi. Bu söyleneni duyunca doğru deneyin yapıldığı salona büyük bir hiddetle gelerek, yeri değiştirilmiş bir boruyu saptadı, kimseye söz hakkı tanımadan ” Bu nedir? Nasıl böyle bir işe girişirsiniz, Bu iş burada biter. Buyrun beyler”, deyip gene pür hiddet salonu terketti. Salonda Dr. Ercüment Kopman, Dr. Yalçın Güran, Dr, Kemal Bayazıt, Dr. Kamran Başak, Dr. Semih Tulpar, perfüzyon teknisyeni Rasim Sarıoğlu ile yardımcısı, Hemşireler, bir kaç görevli bulunuyordu. Birbirimize baktık. Ani bir şaşkınlığa uğramıştık. Bizim için Fransız tiyatro literatüründeki deyimiylele tam bir “coup de theatre” olmuştu. Hiç beklemediğimiz bir olayla karşı karşıyaydık. Dr. Kamran Başak “kovulduk mu?” dedi. Dr. Ercüment Kopman “Evet” diye yanıtladı. Doğrusu, herkesin içinde bize reva görülen bu harekete çok kırılmıştık. Siyami hoca belki haklıydı. Çünkü ekibin başı oydu. Belli bir disiplini korumak istiyordu. Üstelik aniden çok hiddetlenmişti. Biz ise yaptığığımız değişikliğin çok basit bir şey olduğunu, işin gidişini tümüyle değiştirmediğimizi biliyorduk. Değiştirme gibi bir niyetimiz de yoktu.
Her ne ise… Hepimiz işi bıraktık. Dr. Yalçın Güran ile Dr. Kemal Bayazıt daha Istanbul Göğüs Cerrahisi Merkezine zaten atanmamışlardı. Süreyyapaşaya döndüler. Ötekiler yerlerinde kaldılar, ama açık-kalb işi durmuştu. Sıkıntılı bir hafta geçti. Sonra, bir adım daha atarsak insan üzerinde açık-kalb ameliyatı yapabileceğimizi bildiğimiz için, tek tek bütün ekip üyeleriyle konuştuk. Bu sırada barışı sağlamak için araya girenler de oldu. Geçen süre içinde Siyami hoca da düşünmüş taşınmış olacak ki, araya girenlerden biri bir haber getirdi “Eger hocadan özür dilersek iş düzelecek”. Bazılarımız bu özür dilemeden gocunduysa da sonunda istek kabul edildi. İyi de oldu; çünkü bu ekip burada işi bırakıp dağılsaydı, belki Türkiyede ilk açık-kalb ameliyatını Hacettepe Üniversitesi yapardı, ama bizim ekiptekilerin, Siyami hoca dahil, o andan sonra ulaştıkları noktalar olan,”şöhret basamaklarına” ulaşmaları imkansız olurdu. Dr. Siyami Ersek bir öğle vakti Süreyyapaşa Sanatoryumu cerrahi sevisinde ekibin ileri gelenlerini kabul etti, özürlerini aldı. Bundan sonra neşeli bir tavırla “Haydi bakalım, iş başına!..” dedi. Bu olay bizim ekibe tam bir aylık zaman kaybına malolmuştur.
İşe devam edildi. Önce kanülasyonlar üzerinde yapılan çalışmalardan sonra kalb ile büyük damarlar üzerinde cerrahi çalışmalara gırışıldı. 54 köpek deneyi yapılmıştı. Kalb-akciğer makinasının, aşağı yukarı bütun problemleri çözüldüğü, cerrahi alanda çözülecek bir problem kalmadığına göre artık insanlar üzerinde açık-kalb ameliyatı yapabilecek düzeye geldiğimize karar verildi. İş ilk uygun olguyu bulmaya kalmıştı. Bu sıralarda Dr. Ümit Aker kadroya katıldı. Daha önce de söylediğimiz gibi Dr. Aker çok iyi bir kardiyologdu. Hastanedeki kateterizasyon laboratuvarında da çalışmalar yaparak ilk olguyu seçmeye çalışıyordu. Bazı olguları ayırmıştı bile. Bunlar ASD (atrial septal defekt), VSD (ventriküler septal defekt) ile aorta darlığı olgularıydı.
Tam bu sırada, demek ki klinik olgularda açık-kalb cerrahisi uygulamasına geçilmesinin düşünüldüğü günlerde, Heybeliada Sanatoryumundan transfer olan cerrah arkadaşlar, ki diğerleriyle birlikte bizi alaya alıyorlardı, çekirdek kadronun içine, tepeden inme bir biçimde, hiç çıraklık dönemi geçirmeden, girmek istediler. Şimdiye kadar ne olup bittiğinden hiç haberleri olmayan bu cerrahlar, sanki olanları biliyor, toplanan bilgi birikime sahipmişler gibi davranmak istiyorlardı. Gerçi biz bu konuda ne öğrenilmişse diğer arkadaşlara aktarmaya hazırdık. Ama İlk ameliyatları yapıp, işi tam anlamıyla rayına oturttuktan sonra bunu yapmayı tasarlıyorduk. Dr. Yalçın Güran ile Dr. Kemal Bayazıt bu isteğe karşı çıktılar. O zaman Siyami hoca bizi odasına çağırdı, aynen şöyle dedi:“Bakın çocuklar, herkes servetinin zekâtını verir. Bu da sizin bilginizin bir zekatı olacaktır. Bunu vermekten kaçınmayın, hizipçilik te yapmayın”
Bu sözlerle Siyami hoca bizim bildiklerimizi ötekilerden saklamak istediğimiz yanılgısına kapıldığını anlatmış oluyordu. Biz durumu kendisine açıkladık. Bilgi vermekten kaçınmadığımızı, ama şu sırada bunun doğru olmadığını, ilerde iş rayına oturunca herkesin aynı bilgilere sahip olacağını, uygun bir dille anlattık. Kendisi ikna oldu, problem burada bitti. Ama daha önce uğraşılarımızı alaya alan arkadaşlarımızın durumun ciddiyetini kavradıklarını böylece öğrenmiş olduk.
Köpek deneyleri sonunda artık klinik cerrahi dönemine geçme hazırlığı içinde olduğumuz bu sıralarda, Dr. Siyami Ersek Cerrahpaşa Hastanesine bir grup İngiliz doktorun açık-kalb cerrahisi konusunda konferanslar vermek için geldiklerini öğrenir. Hem verilecek konferansları izlemek, hem de bu grupla tanışmak istediğinden, kalkar Cerrahpaşa Hastanesine gider. Orada görür ki, Cerrahpaşa grubu bu İngiliz doktorlara, belki de rutin çalışmanın yoğunluğundan, pek de ilgi göstermemektedirler. Bunun üzerine konuk doktorlara kendisinin yapmak üzere olduğu işi anlatarak, onları İstanbul Göğüs Cerrahisi Merkezine davet eder. Bu davet kabul görür. İngiliz doktorlar bir süre bizimle çalışmayı onaylarlar Bu olay 1962 yılı sonunda gerçekleşti.
Konuk doktorlar Leeds Üniversitesi hastanesi olan Leeds General Infirmaryden gelen. Kalb cerrahı Mr. Geoffrey Wooler (bilindiği gibi İngilterede cerrahlara Dr. değil Mr. denilmektedir) ile kardiyolog Dr. Peter Nixon’du. Mr. Wooler kalb cerrahisinin İngilteredeki öncülerinden biri olup bir cerrah için oldukça kararsız bir yapıya sahipti. Seyahat etmeyi çok severdi. Boş zamanlarında hep seyahat programları hazırlardı.. Spor arabalar ile hıza meraklı biriydi. Dr. Nixon branşının “Baron” u gibi davranırdı. Bilgisi güçlüydü.
Konuklara önce hastane gezdirildi. Sonra açık-kalb ekibiyle tanıştırıldılar. Mr. Wooler gördüklerinden hoşnut olmuştu. Bunu da açık açık söyledi. Bizim hastanede açık-kalb ameliyatı yapılabileceğine karar vermişti. Dr. Nixon kateter laboratuvarını gezip gördüğü zaman adeta bir tür şok yaşadı. Belki de Türkiyede böyle bir şey göreceğini tahmin etmemişti. O kadar çok etkilenmişti ki ekipmanın önünde haç çıkardı. Bu olayı radyoloğumuz Dr. Haluk Yılmaz sonradan kendine özgü mimikleri, konuşma biçimiyle anlatır kahkahalarla gülerdi. Hakkı da vardı, çünkü bu laboratuvarın hazırlanmasında onun büyük emeği ile göz nuru söz konusuydu.
Dr. Nixon bu laboratuvarda birçok çalışma yaptı. Bizim kardiyoloji ekibinin çalışmalarına katkıları oldu. Örnekse, safen venasından konulan katateri biz deriyi genişçe açıp safen venasını bulduktan sonra direkt olarak katateri gönderiyorduk. Dr. Nixon deriyi çok küçük açarak işaret parmagı ile venayı bulup ortaya çıkararak katateri safen venası içine sokmayı gösterdi. Ayrıca hastanemizde bulunduğu sürece cerrahi olguların seçilmesinde yardımcı oldu.
Simdiye kadar hep deney laboratuvarın da hayvanlar üzerinde ameliyat yapıp, hiç insanda açık-kalb ameliyatı gerçekleştirmediğimizden, klinik olgu bakımından deney kazanmak için, Dr. Siyami Ersek 1963 yılı başlarında Leeds’e iki haftalık bir gezi yapıp oradaki cerrahi çalışmaları gördü. Bunda da haklıydı. Çünkü ekibin başıydı, cerrahi konuda kendine güveni tam olması gerekirdi.İçimizden birinin, ekibin başı olan birinin, klinik açık-kalb cerrahisini gözlemlemiş olması gerekiyordu. Döndüğünde her şey hazırdı. Hiçbir eksik kalmamıştı. Siyami hoca da Leeds’de klinik cerrahinin uygulanışını gözlemlediği için artık hazır olduğumuza o da emin olmuştu. Bu durum karşısında Siyami hoca memnuniyetini belirtti. O da varılan nokta yüzünden heyecanlanıyordu. Bir an önce başlamak için sabırsızlanıyordu. Çünkü işin perfüzyon yönü de, cerrahi yönü de varması gerekli noktaya ulaşmış bulunuyordu.
İngiliz ekibiyle birlikte ameliyatlara başlanmasına karar verilince Leeds den üçüncü bir doktor daha çağırıldı. Bu, sonradan büyük dostluk kuracağımız, Anesteziyolog Dr. Anthony Grimshaw’ du. Hemen hastanede bir dizi konferans verilmeye başlandı. Elbette bu konuşmalar İngilizceydi ama anında Türkçeye çevriliyordu. Konferansları izlemeye Prof. Dr. Cihat Abaoğlu ile ekibi, ayrıca Cerrahpaşadan bir grup gelirdi. Bu konuşmalarda alanımiza giren bütün konular birer birer tartışıldı. Biz başlamaya hazırdık ama Mr. Wooler klinik çalışmadan önce bir iki hayvan deneyi yapmak için direnmekteydi. Bunu, yabancı bir mekanda, alışmadığı alet, ekipman ile kendisine yabancı personele uyum sağlama isteği olarak algıladık. Ancak Mr. Wooler deney hayvanı olarak koyun ile keçi istiyordu. Bunlar sağlandı. Deneyler başladı. Ne yalan söyleyelim, bizler çok önce bu gibi alıştırmaları yaptığımızdan olacak, sabırsızlık belirtileri göstermekteydik. Hele Mr. Wooler birinci keçi ameliyatını yaptıktan hemen sonra “take the another goat”, öteki keçiyi getirin dediğinde ameliyat salonunda bayağı bir protesto sesi yükselmişti.
Burada bir noktayı kaydetmeden geçmemiz gerekir. Ameliyat edilen keçi ile öyunların akciğerleri, ameliyat sırasında ödemle doluyordu. Bir anlamda sıvı ile dolup sertleşiyor, ondan sonra normal görevlerini yapamadıkları içın hayvanlar ameliyat masasını sağ olarak terkedemiyorlardı. Hemen düşüneceğiniz gibi perfüzyon makinası tam kanla doldurulmaktaydı. Olay gene homolog kan sendromuydu, bizler hala önümüzde gelişen bu olaydan sonuç çıkarıp gerçeğin ne olduğunu kestiremiyorduk. Daha ilerde durumun ne olduğu gözlerimiz önünde pırıl pırıl parladı, ama bu dönemde olayı değerlendirememiştik. Üç ya da dört hayvan ameliyatından sonra Mr. Wooler klinik olgulara geçmeye kendini hazır hissetti. Ekipmana, daha da önemlisi beraber çalışacağı personele uyum sağlamıştı.