TÜRKİYEDE AÇIK-KALB CERRAHİSİ BAŞLANGICI….(devam)

Karar alınmıştı. Siyami hoca bu işin Süreyyapaşa Sanatoryumunda yürütülemiyeceğine karar vererek, o tarihte Haydarpaşa Numune Hastanesinin hemen yanındaki Tüberküloz Hastanesini uygun görerek bakanlıktan bu hastanenin Toraks, Kalb Damar Cerrahisi Merkezine dönüştürülerek başhekimliğinın kendisine verilmesini istedi. Bir süre uğraşı verildikten sonra Siyami hoca’nın isteği yerine geldi. Bu kararı beğenmeyen Tüberküloz hastahanesi hastaları ile onların yakınları hastane önünde gösteri yaptılar. İş medyaya aksetti. Dr.Ersek bütün bunlara göğüs gerip yoluna devam etti
.
Ancak Tüberküloz hastanesi, yönetiminin yaptığı yanlışlar yüzünden olacak, hiç de iç açıcı bir manzara göstermiyordu. Ortam sanki önemsenmemiş bir sahra hastanesi görümündeydi. Kısa sürede gerekli para bakanlıktan alınarak onarım-değiştirme işlemi gerçekleştirildi. Ameliyathaneler eklendi. Sonuçta pırıl pırıl bir hastane ortaya çıktı.

Süreyyapaşada çalışan ekip henüz bu yeni hastaneye atanmamıştı, ama çalışmamızın bir bölümünü yeni açılan Toraks ve Kalb Damar Cerrahisi Merkezinde yürütüyorduk. Burada ekibe Dr. Kamran Başak (aslında akciğer, fonksiyon laboratuvarını yönetmek üzere atanmıştı) Dr. SemihTulpar, daha sonraları kardiolog Dr. Ümit Aker ile biokimya uzmanı Neriman Polatcan, radyolog Dr. Haluk Yılmaz katıldılar. Çekirdek kadro belli olmuştu. Lakin hastanenin esas kadrosu bundan katkat daha genişti.

Çekirdek kadroya sonradan katılanlardan biraz söz etmek gerekir. Dr. Kamran Başak türüne az rastlanan bir kişiydi. Birkaç yabancı dili ana dili gibi kullanabiliyordu. Kendi uzmanlığı olan dahiliyeciliğin dışında çok geniş bir hekimlik kültürüne sahipti. Iyi bir anestezistti. Bunun da ötesinde çok iyi bioloji, matematik, fizik ile kimya bilgisi vardı. Bildiklerini çevresine aktarmayı severdi. Bizim perfusion konusundaki çalışmalarımıza büyük katkısı olmuştur.

Dr. Ümit Aker ABD den Nisan 1963 te gelerek ekibe katıldı. Orada St Louis Sehrinde çalışıyormuş. Kendini kaybedecek kadar yaptığı işe sarılırdı. Kardiologdu,ama aşağı yukarı hekimliğin bütün dalları hakkında esaslı bilgisi vardı. Çevresine yardımı seven çok iyi bir takımcıydı. İşini neredeyse 24 saat sürdürürdü.

Dr. Semih Tulpar göğüs cerrahisi uzmanıydı, bilgisine güvenebilirdiniz. Daha da önemlisi yeniliğe, öğrenmeye açık bir kişiliği vardı Çok iyi bir takımcıydı

O halde açık-kalb cerrahisini Istanbul Toraks ve Kardiovasküler Cerrahi Merkezinde kuracak, yürutecek, sonra diğer arkadaşlara aktaracak kadroyu tekrar gözden geçirirsek : Başta Dr. Siyami Ersek, sonra anestezi uzmanı Dr.Ercüment Kopman, Dr. Kemal Bayazıt, Dr. Yalçın Güran, Dr. Kamran Başak, sonradan Dr. Ümit Aker, Dr. Semih Tulpar, biokimya uzmanı Neriman Polatcan ile Radyolog Dr.. Haluk Yılmaz’ın çekirdek kadroyu meydana getirdiğini görürüz.

Bu takımı bir senfoni orkestrasına benzetirsek, başta bir şef vardı. Bilindiği gibi senfoni orkestralarına alınan elemanlardan, orkestrada çalacağı sazın dışında, en az, gene orkestrada kullanılan, bir başka sazı da çalması koşul olarak istenir. Burada da, bir iki ayrıcalık dışında, her bir eleman kendi işi dışında bir ya da daha fazla alandaki bilgileri öğrenmek zorundaydı. Örnekse, bir cerrah cerrahlığın dışında perfüzyonu da öğrenip uygulayabilmeliydi. Anesteziyi de bilirse iyi olurdu gibi… Bu biçimde iş bölümü yapıldı

Bu türlü davranış kaçınılmazdı. Çünkü sözünü etmekte olduğumüz ekip Istanbul Göğüs Cerrahisi Merkezinde, Türkiyede açık-kalb cerrahisini ilk kez yaşama geçirme atılımında bulunmaktaydı. Herkes bulunduğu yerde ustalaşmış ta bu işe başlamış olsaydı, doğaldır ki kendi uğraşı dışındaki alanları bilmesi gerekmezdi. Fakat burada, önce de söylediğimız gibi durum değişikti. Ekipte hiç birimiz konuyla ilgili birşeyler bilmiyorduk. Öğrenecektik, bu işi başaracaktık. Öyleyse hepimiz kendi konularımız dışındaki bilgilerle de donanmış olmalıydık. Gerektiğinde yerimizi değiştirebilmeliydik. Bizim anlayışımız buydu. Bu tür davranış sonradan, özellikle Dr.Yalçın Güran ile Dr. Kemal Bayazıt için çok yararlı olmuştur. Onlar sonradan değişik yerlerde tekrar açık-kalb cerrahisini başlatmak durumunda kaldıklarında ellerindeki bilgileri kulanarak yeni ekipler yetiştirme olanağına sahip olabildiler. Dahası da var; onlar edindikleri anestezi bilgisiyle, uzunca bir süre dönüşümlü olarak, anastezisti olmayan Izmit SSK hastanesine giderek her türlü ameliyata, profesyonel anlamda, anestezi verdiler.

Ancak, hastaneye gelip te Siyami hocanın yetkili firmalara danışıp aldığı açık-kalb cerrahisine ait ekipman ile alet edevatı görünce, o da ne!… Dr. Kemal Bayazıt ile Dr. Yalçın Güran şaşkına döndüler. Zira bir kısmı kutular içinde olan plastik, kauçuk borular, tekerlekli kocaman iki makina, bazısı cam bazısı metal aygıtların, bırakın ne işe yaradıklarını, birleriyle ilişkilerini, nasıl monte edilebileceklerini bilmek olanakları yoktu.

Bu duruma çözüm bulabilmek için, hemen tahmin edceğiniz gibi, prospektuslara başvuruldu. Buradan hiç olmazsa ne işe yaradıkları ile neyin hangi aygıta nasıl bağlanacağı öğrenildi. Fakat bir bütün olarak bunları çalıştırıp cerrahiye nasıl uygulayacağımız karanlık bir bilinmez olarak karşımızda duruyordu.

Siyami hoca ayrıca bir kateterizasyon laboratuvarı da kurmuştu. Bunda Dr. Haluk Yılmaz’ ın yardımları olmuştur. O gün için hiç bir eksiği olmayan modern, mükemmel donatılmış bir kateterizasyon laboratuvarıydı.

Ilk akla gelen davranışı gerçekleştirdik: açık-kalb cerrahisi konusunda yazılmış kitaplar ile makalelere ulaşmaya çalıştık. Bulabildiklerimizi, ki hemen tahmin edeceğiniz gibi bunlar yabancı bir dilde yazılmışlardı, Türkçeye çevirip hem daha hızla tekrar okuma, hem de el altında bizim için kıymetli bir literatür biriktirme olanağı sağladık.

O zamanlar Dr. Kemal Bayazıt ile Dr. Yalçın Güran Erenköy Ethemefendi caddesinde bahçe içindeki iki evde yan yana oturmaktalardı. Yukarıda anlattığımız çalışma, mesai saatleri dışında, hafta sonu tatillerinde sürekli devam etti. Öyle ki, terasta daktilo makinası başında devamlı yapılan bu çalışmayı konu komşu bir doçentlik sınavına giriş çalışması olarak algılamış. Bize sonradan böyle anlattılar. Gerçi yaptığımız iş bir doçentlik sınavına giriş çalışması değildi, ama bizim için bundan da önemliydi. Yaptığımız çevirileri kağıda döktükten sonra bir süre tartışıp bu bilgileri nasıl yaşama geçirebileceğimizi araştırıyorduk. Uzun süren uğraşlardan sonra bu konuyu bilen birilerine danışma gereksinimi de yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Elbette en iyi, en kısa yol yurt dışına gidip orada bu işi başarmış olanlardan öğrenmekti. Lakin bizler, ekibin öteki üyeleri bu işi başaracak maddi olanağa sahip değildik.. Bu konuda bizi destekleyecek bir sponsorumuz da olmadı. Belki bir Üniversite bünyesi içinde çalışıyor olsaydık desteğimiz de olabilirdi. Ama biz Üniversitede değil, Saglık Bakanlığının birimlerinden birinde çalışmaktaydık. Bu yüzden yurt dışından bilgi alma olanağımız yoktu. Içimizde bir Siyami hocanın yurt dışına gitmek için maddi olanağı elverişliydi. Ama onun tek başına bu işi yapmasının ana hedefe yararı olamazdı. Ekipten en az üç kişinin yurt dışına gitmesi gerekiyordu. Bu durum karşısında yaptığımız çalışmalara devam ettik. Bir gün önce çevirdiğimiz metinleri, bir gün sonra tartışıyorduk.

1962 yılı ilkbaharı ile yazının bir bölümü böyle geçti. Bir yerden sonra öğrendiklerimizi hayvan deney laboratuvarına taşımak durumundaydık. Böylece pratik alanda ilerleme sağlamamız olanağı doğacaktı. Ne var ki, bütün bu çalışmaları yaparken kulağımıza Türkiyede, başarısız da olsa, iki yerde bu konuda çalışma yapıldığı çalındı. Bunlardan biri Istanbul Cerrahpaşa’da Dr. Nihat Dorken ekibi; öteki de Ankara Hacettepe Üniversitesinde Dr. Mehmet Tekdoğan ekibiydi. Başarısız da olsa bu işi yapmaya giriştiklerine göre bizden daha fazla bilgiye, özellikle pratik alanda, sahib olmaları gerekiyordu. Ne gibi bilgilere gereksinimiz vardı? Literatürden seçip okuduğumuz kitaplar ile makaleler ince ayrıntılara yer vermiyordu. Sanki bunlar doğal olarak bilinmekteydi, bunlardan sonra olanlar anlatılıyordu. Oysa bizim aradığımız ayrıntılar çok önemliydi. Kullandığımız kay-cross oxygenatoru nasıl silikonlanıyordu? tygon, latex borular nasıl deforme olmadan sterilize edilebiliyordu? bir seferlik kalb-akciğer makinası nasıl steril olarak biraraya getiriliyordu? Benzeri bir kaç ayrıntıyı okuduklarımız arasında bulmak olanağı yoktu. İşte bu yüzden daha önce bu işe girişmiş ekiplerin bilgilerine gereksinmemiz oraya çıkıyordu. Bu ayrıntılara çözüm bulunamazsa açık-kalb ameliyatına başlamak imkansıza yakın zor olacaktı.

O halde ne yapılabilirdi? Bu ekiplerle temasa geçmeyi tasarladık. Önce yakınımızda bulunan Cerrahpaşa ekibine başvurduk. Fakat o ne? sorulan sorularımız yanıtsız kaldığı gibi, konunun en hurda ayrıntısı olan arteryel hat (arterial line klampajı konusunda “o sert boru nasıl klampe edilir?” karşı sorusuyla karşılaşınca bu ekibin kalb-akciğer makinasıyla uzaktan yakından bir ilgisi olmamış olduğunu anladık. Gerçekten sonradan, yapmaya giriştikleri ameliyatları yüzey soğutma (surface cooling ) metoduyla yapılan hipotermi girişimleri olduğu, kalb-akciğer makinası kullanmadıklarını öğrendik. Zaten ameliyatlar da başarısız olmuş. Bu bizim beklentilerimiz açısından büyük bir hayal kırıklığı oldu.

Geriye Hacettepe grubu kalmıştı. Dr. Güran ile Dr. Bayazıt bu kez bilgi bulabilmek için Ankaraya doğru 1962 Ağustos ayında, özel deyimiyle ” yola revan oldular”. Yola çıkmadan önce Hacettepe Üniversitesi Kalb Cerrahisi bölümünde bir iki açık-kalb ameliyatı yapıldığını duymuştuk. Lakin hiç kimse bunlar etrafında bir konuşma yapmıyor, adeta bunları yokmuş gibi kabul ediyorlardı. Bu herhalde olguların başarısız olduğu için böyleydi. Ama herhalde birimin başında bulunan Dr. Mehmet Tekdoğan bize gerekli bilgiyi verebilirdi.

Bir sabah vakti Ankaraya vardık. Hemen ilk iş olarak Hacettepe Üniversitesi Kalb Cerrahisi bölümünün kapısını çaldık. Bizi Dr. Tekdoğan karşıladı. O sırada Dr. Aydın Aytaç da orada bulunuyordu. Uzun süre çalıştığı ABD den yeni dönmüştü. Akademik kariyerini ilerletme yönünde hummalı çalışma içindeydi. Bu yüzden onunla pek temas kurma olanağı olmadı. Lakin Dr. Tekdoğan kliniğin şefi, kalb cerrahisini yöneten kişi olduğu için, elbette bize gerekli bilgiyi verebilecekti. Biz böyle düşünüyorduk. Daha konuşmanın başında Dr. Tekdoğan, ABD den açık-kalb cerrahisi için gerekli malzemenin getirildiğinı, ama bunları kullanmaya fırsat bulamadıklarını anlattı. Demek ki bizim yapıldığını duyduğumuz açık- kalb olgularindan o da bahsetmiyordu. Ne var ki Dr. Aydın Aytaç sonradan 1986 yılında bir dergiyle yaptığı röportajda 1963 yılında The Turkish Journal of Pediatrics degisinde yayınlanmış bir makalesini kaynak göstererek böyle bir girişimden, hem de Türkiyede 1962 yılı Haziran ayında Hacettepe Üniversitesinde açık-kalb ameliyatı uygulanan ilk olgu olarak söz edecekti. Bu işin gizini şimdi bile çözebilmiş değilim.

“Pekâlâ” dedik, “acaba bize, bu güne kadar elde ettiği bilgi birikimine dayanarak, teorik te olsa bazı bilgileri aktarabilirmiydi?” Bu soruya da olumsuz cevap aldık. Diyordu ki “istediğinız bu bilgileri ancak benim perfüzyon teknisyenimden öğrenebilirsiniz. Ben ancak size cerrahi yönde bilgi verebilirim. Perfüzyon teknisyenim ise burada yok” Bu sözlerle adeta perfüzyona ilişkin bilgileri, hele bunların ayrıntılarını küçümsiyen bir hava içindeydi. Oysa biz, cerrahi bilgilerin değerini bilmekle birlikte perfüzyon için olan bilgilere büyük önem veriyorduk. Çünkü bunlar olmayınca açık-kalb ameliyatlarının yapılamıyacağının bilincindeydik. Buna karşılık eldeki malzemeyi gösterebileceğini söyleyerek depoya benzer bir yere bizi götürdü. Gerçi orada bir Pemco marka kalb-akciğer makinası konsolu ile bazı malzemeleri gördük; ama bizim istediğimiz bu ekipmanı görmek değil, çünkü bunların eşleri bizde de vardı, konu ile ilgili ince ayrıntıları öğrenmekti. O gün için sözünü ettiğimiz bu ayrıntılar yaşamsal önem taşıyordu. Fakat yapacak bir şey yoktu. Hacettepe Üniversitesinden de ellerimiz boş olarak geriye, İstanbula döndük.

Özel deyimiyle “Amerikayı yeniden keşfetme” durumundaydık. İşte şimdi “Garcia’ya haber götüren adam” lara gereksinme vardı. İşin başındanberi yaptığımız teorik çalışmalara tekrar başlamakla birlikte, Prof. Stuart Cobbe’nin yıllar sonra, 1995 te söylediği gibi “Kalb cerrahisi sırasında hastaları hayatta tutmak bütünüyle hayvanlar üzerinde yapılan araştırmalara bağlıdır” ilkesini 1962 yılı ortalarında, Bu sözler henüz hayata geçmemiş olmakla birlikte, biz bundan habersiz kendiliğimizden yürürlüğe koymaya karar verdik. Bu tür çalışma hiç bir yazılı metinde bulamadığımız ince ayrıntıları bize verebilirdi.

Siyami hocaya da danışarak, onun olurunu alarak dört bir yana deney hayvanı olarak köpek toplayacak adamlar saldık. Bir köpek bakıcısı atadık. O zamanlar Istanbul Göğüs Cerrahisi Merkezinin arkasında, ana binadan şimdiki E5 karayoluna kadar uzanan bir arsa vardı. Şimdiki çok katlı o yüksek yapı henüz orada yükselmiyordu. Yazın bütün çalışanlar ana binaya yakın bir yerde bulunan bir çardak altında öğle yemeklarimizi yerdik. Bu geniş arsanın bir köşesine köpek bakım yeri yaptırdık. Hayvanlara burada bakım sağlıyorduk. Bir köpek ameliyata alınacaksa 3-4 tanesi de kalb-akciğer makinasını doldurmak (to prime ) için kan vermek üzere saklanıyordu. Daha sonra ameliyat sonunda ölen köpeklere bu arsada otopsi yaptık.
Başta Dr. Siyami Ersek olmak üzere bütün bu işe odaklanmış ekip kolları sıvayıp hayvan deney laboratuvarı olarak ayrılan bölümde işe koyuldu. Bu sırada bir perfüzyon teknisyeni yetiştırme gereksinimi doğdu. Bu iş için elinden her türlü teknik işin geldiği hastanenin baş teknisyeni Rasim Sarıoğlu’ nun uygun olacağını düşünerek, onu da takıma aldık. Rasim Sarıoğlu çok çabuk öğrenebilen bir kafa yapısına sahipti. Teknik işlere yatkın biriydi. Gerçekten de çok çabuk işi kavradı. Kavramakla da kalmadı,bazı konularda verdiği fikirlerle yardımcı da oldu. Rasim Sarıoğlu daha sonra memleketin bir numaralı perfüzyon teknisyeni oldu. Bir çok perfüzyon teknisyeni yetiştirdi..

Elimizde donanım olarak iki roller pompası olan bir Pemco kalb-akciğer makinası konsolu, bir havuzlu soğutucu-ısısıtıcı makina ki sonra bir Thalheimer marka soğutucu-ısıtıcı makina devreye girdi, vardı. Pemco konsola bağlanabilen, 6′- 13′ ile 25′ arasında boyu değiştirilebilen yapay akciğer, çeşitli rezervuarlar, bol miktarda 3/8′-1/2′-5/8′ tygon borular, 3/8′- 5/8′ latex borular, bunlara uyan düz, Y, redüksiyon, bent konnektörler, bir Brown-Harrison tipi ısı değiştirici, bunu soğutucu-ısıtıcıya bağlayacak su hortumları bulunmaktaydı. Elbette bunların dışında açık-kalb ameliyathanesinin demirbaşı olan aneztezi makinası ile ayrıntıları, hastayı monitore edecek ekipman ile benzerleri de vardı. Demek ki, donanım yönünden, hiç bir eksiğimız yoktu.

İlke olarak hayvan ameliyatlarını insan üzerinde yapılanlar gibi yürütme kararı alınmıştı. Böylece bazı karanlık düğümleri çözeceğimizi düşünmekteydik. İlk aşamada kalb-akciğer makinasının hazırlığı ile kanülasyonlar üzerinde duruldu. Elbette kalb-akciğer makinasının boruları, konnektörleri rezervuarları, yapay oksijenatör, arteryel hat filtresi, habbe tutucu otoklavda sterilize ediliyordu. Ancak bu sterilizasyon sırasında tygon borular saydamlığını kaybediyor, yumuşayarak kendi üzerine çöküyordu. Latex borular için bu sorun yoktu. Yapay oksijenator ile rezervuarların cam silindirleri bütünüyle buğulanıyordu. Otoklavda vakumlu ısıyla kurutma sistemi olmasına karşın, tygon borular, cam eşya üzerindeki bu sudan oluşan saydamlığın kaybolması, yumuşayıp kendi üzerine çökme, buğulanma olayları bir önemli problem olarak önümüzde durmaktaydı. Ne yapabilirdik? Otoklavın kurutma sistemi nemi almaya yetmiyorsa o halde kuru hava sterilizatöründe bunları kurutabilirmiydik? Evet! bunda başarılı olunuyordu. Düğümün biri çözülmüştü. Elbette burada anlatıldığı gibi hemencecik, kolayca olmadı bu. Bir çok gün düşünme, tartışma deneyip yanılma sonunda mutlu sona varıldı.

Geriden Rezervuarların, özellikle yapay oksijenatorun silikonlanması için ne yapılabileceği konusu geliyordu. Silikon şişeleri bir yanda, silikonlanacak malzeme öteki yanda duruyor, biz de bu işi nasıl yapacağımızı çözmeye çalışıyorduk. En sonunda probleme bir çözüm getirdik. Malzemeyi suda eriyen silikon solüsyonuna daldırıp süzdürdükten sonra Pasteur fırınında düşük ısıda pişiriyorduk. Bu tür silikonlamanın ömrü az oluyordu, ama yapılması kolaydı. Yağda eriyen silikonla aynı işi yapmak biraz daha fazla el alıcıydı. şimdi burada akla bir soru gelebilir: Silikonlamaya neden gereksinim vardır? Kanla temas halinde olan yüzeyler, silikonlanmazsa kanı üzerlerine yapıştırırlar. Bu yüzeylerde silikon çok ince bir film yaparak kanın kayıp gitmesini sağlar. Aksi durumda kan zarar görür. Sanki bir motorun yağlanması gibi bir işlemdir
.
Kalb pompası olarak roller pompa kullandığımızı söylemıştik. Bunun oklüzyon probleminin çözülmesi gerekliydi. Oklüzyon ışlemini burada anlatmak hem çok uzun sürer hem de makina başında gösterek anlatmak daha kolay olur. Bu yüzden ayrıntılara girmeyeceğiz. Ama biraz uğraşarak bu problemi de çözmeyi başardık. Oklüzyonun belli bir değerde olması gerekir. Çok sıkı oklüzyonlarda pompanın negatif basınçlı tarafinda, gerisinde hemoliz yüksek olur. Oklüzyon bir değerin altında olacak biçimde gevşek olarak yapılırsa, bu kez pompa geriye doğru kan kaçirmaya başlar.

Ameliyattan sonra perfüzyon makinası ile ayrıntılarının yıkanıp temizlenmesi, diğerlerine göre, çok daha kolay çözümlendi. Perfüzyonun bitiminde Kalb-akciğer makinası içindeki artık kan bütünüyle boşaltılıyordu. Sonra bildiğimiz çamaşır deterjanı ile karıştırılmış su borular, rezervuarlar ve yapay akciğer içinde bir süre dolaştırılıp atılıyordu. Bu deterjanlı su kan artıklarını yok etmeye yeterliydi. Bundan sonra makina içinden bir süre musluk suyu geçirilerek devamlı olarak dışarı atılıyordu. Bu iş te bitince makina serum fizyolojikle yıkanmaktaydı. En son olarak makinanın her parçası elden geçirilip temizlenmekteydi; öyle ki makina sanki bu gün fabrikadan çıkmış gibi pırıl pırıl yapılıyordu.

Yukardaki dört paragraf içinde anlatılanlar 1962 yılına, Türkiyede ilk açık-kalb girişimlerinin başlandıği yıla özel çözümlerdir. Bu gün artık bunlara gereksinme yok. Çünkü artık disposable malzeme kullanılmaktadır. Temiz, steril olarak piyasadan alınmış yapay akciğer, borular, rezervuarlar makinaya takılıyor, perfüzyon bitiminde kaldırılıp çöpe atılıyor. Bizim işe başladığımız günlerde böyle bir lüksümüz yoktu, olamazdı. Elbette disposable sistem işi yürütmede çok büyük kolaylık sağladı; özellikle acil durumlarda perfüzyon makinasının kullanıma hızla hazırlanması yönünden çok yararlıdır, ama biraz pahalı bir sistemdir. Bizimkisinde ise çok fazla insan gücü ve zaman kaybı vardı. Belki ikiside aynı noktaya varmaktadır. Hesaplayıp karşılaştırmak gerekir.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>